Müziğe dair kısalar

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Müziğe dair kısalar

Yazı: Alex Mazonowicz, Emre Karacaoğlu
ÖNCEKİ Dinleme Odası’nda ikinci perde: Mogwai ve Rave Tapes SONRAKİ En Acayip 20 PepsiCo Tadı!

Spotify ve kazanç dağılımından, ritmin gücüne müziğe dair birkaç kelam...

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

MONEY FOR NOTHING*

Şu sıraların en ateşli konularından Spotify üzerine muhabbet hâlen devam ediyor ve konu kazanç dağılımından gelir eşitsizliğine varıyor…

Yazı: Alex Mazonowicz

“I ain’t gonna work on Maggie’s farm no more”
“Maggie’nin çiftliğinde daha fazla çalışmayacağım”

Bob Dylan, “Maggie’s Farm”

Günümüzün teknoloji meraklısı insanlarının kelime dağarcığı kulağa komik gelen sözcüklere çöpe dönmüş vaziyette: “Kızgın kuşlar”, Instagram, Google ve Spotify. 1970’lerden zaman yolculuğuyla gelen biri 23 yaşında sıradan bir insanla yapacağı muhabbet sırasında şoka uğrayabilir ve biraz da korkabilir. Spotify şu aralar en ateşli muhabbet konusu… Bazılarına göre radyoya son derece kullanışlı bir alternatif ve müziği keşfetmek için de yeni bir yöntem. Diğerlerine göreyse de, internette dosya paylaşırken suçluluk duymamak için alternatif bir çözüm. Endüstri bunu “yeni bir model” olarak görüyor; internetten kaçak dosya indirilen bu çağda bir tür gereklilik… Geriye kalanlar için ise bu, “birilerinin” bir başkasının emeği üzerinden para kazanmak için kullandığı farklı bir yol.

Geçenlerde Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre, bir sanatçının en düşük ücreti kazanabilmesi için ayda 4 milyon şarkısının internet üzerinden indirilmesi gerekiyormuş. Pek çok müzisyen ve bağımsız plak şirketi, Spotify’ın yaptığı bariz haksızlık üzerine isyan ediyor ve bunlarla bağlantılı olan bazı müzik çalışanları da sanatçıların emeklerinin haksız bir karşılık bulduğunu belirtiyor.

İnternetten müzik indirme başta beni rahatsız etmemişti. Ben karışık kaset çeken bir jenerasyondan geliyorum. Albümleri kopyalayıp kendi aramızda döndürmek biz ergenler için düzenli olarak yaptığımız bir işti ve bunun yasadışı olabileceğini zerre düşünmemiştik. Karışık kasetler bir sanat biçimiydi ve dükkânlarla dövme salonlarından (bu sonuncusunu açıklamak imkânsız) satın aldığımız kaçak kayıtlar en kıymetli eşyalarımızdı. Müzik takası yapmak sağlıklıydı, hayatta en sevdiğim gruplarla tanışmam toplama albümler ya da arkadaşlarımın benim için yaptığı karışık kasetler aracılığıyla oldu. En sonunda orijinal albümleri alacağımıza ve konserlere gideceğimize dair dile getirilmemiş bir tür anlaşmamız olmuştu her daim.  Gerçekten de kaçak kayıtların ve karışık kasetlerin takası, daha ayın ilk haftası bitmeden tüm harçlıklarını 45’liklere harcayan hayranlar arasında yapılırdı.  

Soulseek’in ilk zamanlarında, çok az bir farklılık olmuştu sanki. Sonrasında torrentler, YouTube ve bloglar geldi. Müzik dünyası gözümüzün önünde genişledi. Daha çok gruba sınırsız erişimimiz olmuştu ve yetişebileceğimizden çok daha fazla albüm kapağı vardı önümüzde. Ama sanatçı için durumlar nasıldı?

Çok fazla grup yeniden bir araya gelip turneye girişiyor çünkü sanatçıların gelir kaynakları kurudu. Bunun şarkı indirmeyle doğrudan bir alâkası olmadığı yönünde kendimizi kandırmaya devam edemeyiz. Sevdiğim yeni grupların pek çoğu ikinci bir kariyer daha yapıyor. Ve bazıları da şeytanın sunduklarına yönelip reklam ve sponsorluk anlaşmalarını kabul ediyorlar. Birkaç yıl önce, çok da yüksek bir maaşım olmamasına rağmen sevdiğim gruplardan çok daha fazla para kazandığım kafama dank etti. (Bir açıklama: gündelik hayatımda bir şirket yayının editörlüğünü yapıyorum. Bant Mag. yaklaşık 100 lira ödüyor bana ve gayet hoş bir şekilde konserlerde adımı kapıdaki listeye yazdırıyor. Bant Mag. benim için her zaman bir gönül işi oldu.) İşte tam o noktada, MP3 çalarımı çalıntı şarkılarla doldurmak bana çok ayıp gözüktü. 2014 yılında ilk defa, Top 20 listemde olan albümlerin hepsini satın aldım ve indirdiğim şarkıların yerine bunları koymaktan büyük bir zevk aldım.

Öyleyse sanatçılar ve Spotify konusu ne olacak? Veya çalıştığım ofisi temizleyen insan? Peki ya bilgisayarınızı yapan fabrika işçileri? Sanatçının toplum içerisindeki ayrıcalıklı konumu aynı bir monarşi ya da papazınki gibi genel ahlak kurallarına bağlı değildir. Müzik endüstrisi en pis işleyenlerden ve bir sürü vicdansız plak şirketi naif müzisyenleri hak ettikleri paralar konusunda kandırıyor. Fakat günümüzde artık durumu artık çok daha iyi biliyor olmalıyız. Ya gerçekten de bir sanatçının şarkıları günde 4 milyon defa indirilirse ve bunun karşılığında o sanatçıya asgari ücret ödenirse? Herkesin asgari ücretten daha fazlasını kazanması gerekmez mi? Ben kazanıyorum ama herkesinki gibi, tamamen şansa. Şarkıları yeteri kadar indirilmiyorsa eğer, hayatlarını sadece müzik yaparak kazanacak kadar iyi değillerdir belki de. Tıpkı benim plastik cerrahiden milyonlar kazanacak kadar yetenekli olmamam gibi…

İşte tüm bunlar, parasal açıdan işin kaymağını kim yiyecek diye sorduruyor. Çoğu durumda bunun cevabı plak şirketlerinin patronları ve Spotify… Aslında tüm iş alanları, bağımsız yerel kafelerden Apple’a kadar, eşitsiz kazanç dağılımı konusunda suçlu sayılır. Tabiî sosyalist bir işleyişi yoksa… Müzisyenlerin orta düzey bir yönetici olmak ve hayatlarını bu şekilde kazanmak gibi seçenekleri hep var. Benim bir ofis işim var ve müzik yapmaya hâlâ devam ediyorum. Bu kapitalizm ve etrafımız bununla sarılı. Bu Spotify’ı ya da kapitalist sistemi savunmak demek değil. Spotify’ın işleyiş şekli ahlak dışı… Ben kullanmıyorum çünkü müziği tüketmek için tercih ettiğim yöntem bu değil. Fakat, Spotify örneğindeki dağılım eşitsizliğinden yakınırken çok daha büyük bir sorun olan gelir eşitsizliği konusunu es geçmek, “Yapmayı en sevdiğim işi yapmak ve bundan da çok para kazanmak istiyorum” demek oluyor. Sanatçılar özel değildir, onlar da maaşlarının kölesi, tıpkı bizler gibi…

*Dire Straits’in 1985 tarihli Brothers in Arms albümünde yer alan parçanın adı.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

KALP ATIŞLARI, TRAMPETLER VE TEKBİRLERDEN DUBSTEP’E

“Tekbir!” nidalarıyla gözleri dönmüş, kan bile dökmeye hazır kalabalığı izliyorum televizyon ekranında. Müziğin de temel taşlarından birisi olan “ritim”in benliğimiz ve kitleler üzerindeki etkisi bir kez daha kanıtlanıyor gözümün önünde.

Yazı: Emre Karacaoğlu

Başta müzikal ritim olmak üzere, belirli bir frekansta tekrar eden şeylerin algımızda bir hükmü vardır. Sonuçta nabız, ses tellerinin titreşimi, nefes alıp verme, yürüme gibi ritme dayalı doğal fonksiyonlar icra eden, yani ritmi içselleştirmiş varlıklar olmamız bunu açıklar niteliktedir. Güneşin doğup batması, mevsim döngüsü, med cezir ve gezegenlerin hareketleri gibi dış dünyaya ait fenomenler de ritmin evrensel bir kavram olduğunu gösterir. Mikro- ve makro-kozmosta bu kadar baskın olan bir olayın zihnimize çekici gelmesi, hatta girişteki örnekte olduğu gibi, egemen olması doğal bir olgudur. Ama bu da şu gerçeği önümüze serer: Ritim, beden ve zihinleri ele geçirebilir; ritmi elinde tutan da hepsini. Dolayısıyla ritim, bütün iktidarların ve dinlerin kullandığı bir gereç haline gelmiştir. Bedenler üzerinde adeta bir kamçı görevi gören ritim sayesinde kitleler yönlendirilmiş, savaşlar kazanılmıştır. Trampet/davul ya da basit melodiler tekrar eden bir borazan sayesinde insanlar ölüme yollanmış, ya da yine benzer perküsyon aletleri veya tekrar edilen dini sözcüklerle bireyler vecde getirilmiştir.

Ritmin bu manipülasyon amaçlı kullanımının dışında, bedenin estetik devinimlerini, yani “dans”ı tetiklediği de en ilkel toplumlarda bile görülmektedir. Evet, “kamçı,” burada da bir vect/esrime yaratmaktadır ama danstaki amacı bir kimliksizlik/düşüncesizlik anından çok, hoşa giden bir yemeğin, alkol ve uyuşturucuların ya da cinselliğin yarattığı tarzda, hazla karışık bir andır. Danstaki ritmi elinde tutan hükümdar, yani müzisyen/DJ, farklı bir bağlamda bedenlerin sahibidir.

Televizyonun başından kalkıp müzik dinlemeye başladığımda da müzisyen ve DJ’lerin elinde ritmin nasıl farklı duygular uyandırabileceğini görüyorum. Örneğin, Oceansize’ın “The Strand”indeki alışılmadık ritim huzur vermekten çok bir tedirginlik yaratıyor… Veya King Crimson’ın “Level Five”ı. Birçokları tarafından günümüzde dansla özdeşleştirilen elektronik müzikte ise dubstep müzisyenlerinin ritimle yaptıkları oyunlar bende hayranlık uyandırıyor. Örneğin, İstanbullu Gantz’ın “Catalyst”ini dinlediğimizde, muazzam vokal sampleının, wobble bass sesinin (uzun bas sesinin efektlerle bozulmuş hali) ve karanlık klavye tonunun ötesinde, ritimdeki senkopların (ritmin lineer ilerleyişini bozan vuruş düzenlemeleri) ve sessizlik kullanımının üzerimizde çarpıcı bir etkisi olduğunu hissediyoruz. Gantz’ın senkopları sayesinde, ritimle uyumlu şekilde bir vuruş beklediğimiz yerde gelen sessizlik ya da farklı bir ses zihnimizin derinlerinde bir yerlere dokunuyor, biz dinleyicileri huzursuz bırakıyor. Beklentimizin karşılanmaması, bir yandan sonrasına dair merakımızı kamçılarken, öbür yandan da şarkının genel bütünlüğünü, bildiğimiz müzik evreninin dışına taşıyor… Adeta “bilinmeyen”le temasa geçmek gibi. Dikkat edin: Bu yüzden birçok yerde dubstep ve benzer electronica türlerine –şakayla karışık– “uzaydan gelmiş” yakıştırması yapılır. Veya Gantz’ın bir başka parçası “No Faith”… Gantz burada da yine ritimle oynayarak zamanı eğip büküyormuş hissi yaratıyor. Makalemin başında tasvir ettiğim şekilde, normalde benliğimizde kodlu bulunan ritim aşinalığımız, bu müzisyenlerin elinde kişisel bir zaafımız oluyor adeta.

Ritim, onu güç amaçlı kullananlardan çok bu sanatçıların eline daha çok yakışıyor.

ÖNCEKİ Dinleme Odası’nda ikinci perde: Mogwai ve Rave Tapes SONRAKİ En Acayip 20 PepsiCo Tadı!
Bu yazıyı paylaş