Kevork Malikyan ve Sıradışı Öyküsü

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Kevork Malikyan ve Sıradışı Öyküsü

Röp: Melikşah Altuntaş Foto: Aylin Güngör
ÖNCEKİ 13. !F İstanbul'da Kaçırılmaması Gereken 15 Film SONRAKİ Beyazperdenin Yapay Zekaları

Bu ay gösterime giren Reha Erdem filmi Şarkı Söyleyen Kadınlar’da ve Ridley Scott’ın gelecek yılın Oscarlarında bahsi geçme ihtimali bir hayli yüksek olan son filmi Exodus’ta izleyeceğimiz Kevork Malikyan’ın sıradışı hikâyesine buyrun…

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

HER ŞEY NASIL BAŞLADI?

Oscar filmi gibi bir hayat hikâyeniz var gerçekten… Diyarbakır’da başlayıp Londra’nın en büyük tiyatro sahnelerine, Spielberg setlerine uzanan… Nasıl başladı her şey?
1943 Diyarbakır doğumluyum. On yaşına kadar da Diyarbakır'da okula gidiyordum, ilkokul üçe kadar orada okudum. On yaşında bir gün okuldan eve geldim, annem dedi ki “Bir papaz gelmiş İstanbul'dan. Fakir ailelerin çocuklarını görüyormuş. Birkaç soru soracak sana, beğenirse İstanbul’a götürecek… Çabuk git yıkan”. Çok da tatlı bir adamdı. Bana iki kere iki kaç eder gibi şeyler sordu. Benim gibi birkaç çocuk seçildi, kalktık dört gün dört gece İstanbul'a geldik.

İstanbul macerası başladı…
Evet. Burada dört ve beşinci sınıfı Şişli’deki Karagözyan İlkokulu’nda okudum. Sonra Üsküdar'daki Surp Haç Tıbrevank Ruhban Okulu’na geçtim. Yedi sene de orada okudum. Sonra beni Londra'ya göndereceklerdi, İngiltere'deki King's College'da teoloji eğitimi almak için... Bu sırada bizim ruhban okuluna da çok iyi bir Anglikan papaz olan Revd. David Harding’i getirdiler ki bize İngilizce öğretsin. O da tiyatroyu çok seven Oxford'dan mezun olmuş bir papazdı. Okulda Shakespeare'in III. Richard’ını uyarladı İngilizce olarak. Ben de III. Richard’ı oynadım. İşte o zaman bende ne gördüyse, başpatriğe danışarak “Bırakın Kevork'u Londra'ya gönderelim, tiyatro okusun” dedi.

Kaç yaşındaydınız bu sırada?
Yirmi. Patrikhane’den çağırdılar beni, “Hocan senin tiyatroya yeteneğin olduğunu söylüyor, İngiltere'ye göndermek istiyor seni, istiyor musun?" dediler. Olay şu: yirmi yaşında artık çocuk değilsin ama bir yandan da çocuksun. Diyarbakır'da benim ruhban okuluna gidip papaz olmaktan bile haberim yoktu. Ben şansa çok inanıyorum. Kadere inanıyorum. Bir de öyle derler ya hani bizim meslekte, “İnsana bazen kapılar kendiliğinden açılır” diye. Yani "Being in the right place, at the right time". Tamam dedim, gideyim ama kimseyi tanımıyorum, İngilizce bilmiyorum. Ama edebiyatla yakın bir ilişkim vardı, ruhban okulunda başka oyunlar da yapıyorduk. Ermeni derneklerine, küçük tiyatroları olan yerlere gidip oynuyorduk. Neyse, ben karar verdim oyuncu olmaya. Revd. Harding bana İngiltere’deki çok önemli tiyatro okullarındaki imtihanları buldu, patrikhane de fon ayarladı ve...

“ME COME HERE, ME NO GO”

Ve Londra’daki tiyatro eğitimi başladı.
O da garip bir hikâye... Bana Londra’da çok önemli üç okulda imtihan ayarlanmıştı. Henüz onlardan ilki olan Londra sınırındaki Kent’te yer alan Rose Bruford Collage’da (Gary Oldman, Tom Baker gibi oyuncuların da mezun olduğu) imtihanlar bittikten sonra, müdür seninle konuşmak istiyor dediler. Müdürün yanına çıktım. “İngilizcen nasıl Kevork?” dedi. “Not good” dedim. Bana ünlü bir İngiliz deyişini söyledi, “Elinde tuttuğun kuş, tutamadığın diğer iki kuştan daha değerlidir”. “Bunun ne demek olduğunu biliyor musun?” dedi. “No” dedim. “Senin bizden sonra iki okulda daha imtihanın var ama ben seni buraya kabul ediyorum. Bizim okulumuzda okumanı istiyorum. Diğer imtihanlara girme”. Düşünsene, Diyarbakır’dan kalkıp gelmişsin, İngilizce bilmiyorsun ve adam sana diyor ki, okuluma gel. “Me come here, me no go” dedim ben de. Tabiî bunun üzerine “Yalnız İngilizcen çok kötü, sana bir öğretmen tutacağız” dedi. Böylece okul dönemi başladı. Bu arada bir yandan İngilizce dersi alıyordum, diğer yandan dilimi ilerletmek için evin altındaki pub’a gidip bir yarım Guinness söylüyordum. Ben içki sevmem ama pub’da çok fazla insan var ve sürekli konuşuyor. Bara oturup, biramdan yudum yudum içer, saatlerce insanları dinlerdim. Kelimeleri nasıl kullandıklarını, nasıl tonladıklarına dikkat edip ezberlerdim.

Sonra Royal Shakespeare Company mi?
Yok. Oraya daha yaklaşık 20 yıl var. Okuldan çıktığımda İngilizcem tiyatro ağzına uygun değildi. Bir yandan sürekli televizyon teklifleri geliyordu. Ben de dedim belki burada kamera önünde isim yaparsam, tiyatroya çağırırlar, gelir oynar mısın derler. 15-20 sene sonra tiyatro teklifleri geldi. Çok fazla dizide ve televizyon filminde bölüm oyunculuğu yaptım (Aralarında Doctor Who’nun da yer aldığı 30’u aşkın iş). Böylece para da kazanıyordum. Arada filmler de geliyordu. Onlarda da oynuyordum. Çok fazla ünlü yönetmen ve aktörle çalışma fırsatım oldu (Roger Moore’la The Man Who Hunted Himself, Alan Parker’la Midnight Epress, Sigourney Weaver ve Michael Caine’le Half Moon Street, Anthony Hopkins’le Peter & Paul, Ben Kingsley ve Helen Mirren’la Pascali’s Island). Sonunda 1989’de Royal Shakespeare Company dönemi başladı, burada da 18 ay 12. Gece, Kısasa Kısas, Pericles gibi klasiklerden, modern oyunlara kadar çok sayıda oyunda oynadım. Sonrasında The Royal National Theatre’da iki oyunda oynadım. David Lan’in yazdığı The End of the Earth’te Michael Sheen’le başrolde, David Hare’in Stuff Happens‘ında oynadım. The Royal National Theatre’ın sonrasında da İngiltere’nin en tarihi sahnelerinden olan Globe Theatre’dan teklif geldi. Birkaç senem de orada Kral Lear, Front Line, Henry IV Part 1&2 gibi oyunlarda, o inanılmaz sahneye çıkmakla geçti.

Türkiye’ye dönme kararını da bu zamanlarda mı verdiniz aşağı yukarı?
Türkiye’ye dönmemin sebeplerinden biri şuydu: Globe’dayken kulağıma geldi ki, Shakepeare'ın tüm oyunlarını, 38 oyununu, 38 dilde yapacaklar. Ben bu festival işini duyar duymaz Globe’un kreatif direktörü Dominic Dromgoole'a gittim. Dedim ki, böyle bir sezon hazırlıyorsunuz. Peki Türkiye ve Ermenistan'ı davet etmeyi düşünüyor musun? O da “Türkiye'de ve Ermenistan'da tiyatro var mı?” dedi. “Gel bir gör” dedim.“Benim Türkiye'de iyi bir arkadaşım var, Haluk Bilginer. Haluk’la film setinde (Half Moon Street’te) tanışmıştık. Dominic'e söyledim, Haluk’un Oyun Atölyesi’nde her sene bir Shakespeare oynuyorlar. “Tamam” dedi ve düzenlenecek festivalin direktörünü Türkiye’ye o sırada Oyun Atölyesi’nde oynanan Macbeth’i izlemeye gönderdi. Ermenistan da bir Shakespeare oyunu seçti. Bir yıl sonra festivale Oyun Atölyesi’nden Antonius ile Cleopatra, Globe Theatre’da oynandı. Haluk bana oyunda “Sen de oynamalısın, sensiz Globe’a gitmeyiz” demişti. Ben de “Türkçem kötü, ufak bir rol verirsen oynarım” demistim Böylece oyun provaları için İstanbul’a geldim. O zaman Türkiye’ye dönme işini ciddi ciddi düşünmeye başladım. Bir de bakayım dedim, benim vatanımda film ve dizi setleri ne durumda ve Türkiye’de çalışmak nasıl bir tecrübe olacak...

Image

TÜRKİYE'YE DÖNÜŞ

Buraya adapte olmak zor olmadı mı? Yeniden karşınızda bir dil problemi…
Çok zor oldu. Oyun Atölyesi’nden Mert (Fırat)’ın da oynadığı (İlksen Başarır’ın Bir Ömür Yetmez) dizisinden bana bir rol teklif ettiler. Ama zaten yarı İngiliz bir karakterdi bu ve Mert'le orada beraber oynadık. Sonra Boyut Film’in Babalar ve Evlatlar diye bir dizisi daha geldi. Onda da oynadım. 

Buradaki çalışma şartları da sizi zorlamadı mı?
Zorladı tabiî. Ama artık burada kalmaya karar verdiğim için kafam rahat. Alışacağım buraya da. Burada çalışmadığım zaman da İngiltere’deki ajansım bir işim yoksa arıyor, senaryo yolluyor okuyorum. Beğeniyorsam katılıyorum. O da bana bir ferahlık veriyor. Sonra disiplin de önemli, oranın set disipliniyle, bizim burası bir değil tabiî.

Sinemada da üst üste, Türkiye’den pek çok oyuncunun çalışmak istediği yönetmenlerle, özel filmlerde çalıştınız…
Evet hepsi de Antonius ile Kleopatra dönemi, beni görmeye Oyun Atölyesi’ne geldiler. Önce Mahmut Fazıl Coşkun’un filmi geldi (Yozgat Blues). Çok da güzel filmdi. Sonra Lusin (Dink) ve Özcan Alper geldi. William Saroyan’ın hikâyesini anlatan bir film çekiyoruz (Saroyan Ülkesi), başrolde de senin olmanı istiyoruz dediler, hemen kabul ettim. O film de epey iyi oldu.

Reha Erdem’in Şarkı Söyleyen Kadınlar’ı var bir de… Ki onun başrollerinden birindesiniz.
Evet. Yine Antonius ile Kleopatra zamanı bir gün ajansım, Reha Erdem seninle yeni filmiyle ilgili konuşma istiyor dedi. İngiltere’deyken buradaki sinema işlerini ve yönetmenleri çok takip etme fırsatım olmamıştı. Reha’dan bahsettiklerinde merak ettim. Reha’yla görüşmeye gittiğimde, baba ve doktor rollerine bak, hangisini seçersen onu oyna dedi. Gerçekten Reha’nın başka türlü bir oyunculuk anlayışı var. Avrupalı düşünmeyi seviyor. Oynarken rahat ettim. Sıkıntı çekmedim. Filmi de geçenlerde Başka Sinema’daki öngösteriminde izledik. Kimse aksanıma takılmadı, sevindim.

BİR BEDEN, ÇOK ULUS

Peki Türkiye’ye dönme işine karar verince, İngiltere'deki ajansınız hafiften çıldırmadı mı? Niye gidiyorsun filan gibi?
Yok, anladı beni… Zaten arada oraya gidip, bir iki iş yapmaya devam ediyorum. Amerikan ortak yapımları oluyor. Bir ay kadar önce Ridley Scott’ın son filmi vardı mesela (Exodus). Onda Christian Bale’in kayınpederi Jethro’yu oynuyorum. İngiltere’deki ajansımla bağlantımız kopmuş değil. Zaten çok eskiden beri çalıştığım, İngiltere’nin en büyük ajansı. Sağ olsunlar, beni kabul ettiler. 60’ların sonlarında ilk kez görüştüğümüzde bana iki seçeneğim olduğunu söylemişlerdi. İstersem ismimi değiştirebileceğimi ve beni Amerika’ya gönderebileceklerini söylediler. Orası çok uluslu, herkes Amerikalı. Ya da burada kalıp yabancı rolleri oynamak gibi bir seçeneğim vardı. Çünkü bir İngiliz gibi görünmüyordum ve günün sonunda, bana İngiliz rolleri de teklif edilmeyecekti. Bir de o dönem yeni evlenmiştim, çocuğumuz olacaktı. Başka bir ülkeye gitme ve bunu kariyerim için yapma fikrini eşime açıklayamazdım. Onun hayatını da kendim için değiştirmek istemedim. Hem ismimi de değiştirmek istemiyordum. Bence Kevork çok tatlı bir isim, diye düşünüyordum. Ama o gün Amerika’ya gitmekle ilgili ne demek istediklerini, Robet De Niro, Al Pacino gibi insanlar ortaya çıkınca anladım. Örneğin Ben Kingsley’le Rodos’ta bir film çekiyorduk. Yabancı bir oyuncu olarak inanılmaz bir İngilizce konuşuyordu. İsmini, her şeyini değiştirdi. Ama ben Kingsley ya da Kirk Douglas, Tony Curtis gibi bana verilen ismi değiştirmek istemiyordum.

Pişmanlık hissetmiyorsunuz ama…
Yok hayır. Hiç… Bir de ben tiyatro insanıyım. Tiyatrodan çok sinema ve televizyon işleri yapmış olsam da bu böyle. Mesela Exodus’u çekerken Christian Bale ile muhabbet ediyorduk. Dedim ki, “Sen hiç tiyatro yapıyor musun”. Yok dedi, “Ben hiç tiyatro yapmadım hiç de öyle bir niyetim yok”... Merakı, ilgisi yok. Kameraya alışmış, sinemaya alışmış. Ama tiyatro okuluna gittikten sonra oyunculuğa başladıktan sonra... Sinema ile tiyatronun farkını anlatmaya gerek yok. Ama ikisinde de en önemli şey ortada iyi bir oyuncunun olması ve onun nasıl oynadığı. Hattâ bir gün İspanya’da Indiana Jones’u çekerken Harrison Ford’la bir sahnemiz vardı. Spielberg bizi yerleştirdi ve hareket provası alıyorduk. Bana biraz yana döner misin, kamerada seni istediğim gibi göremiyorum dedi. Ben de dedim ki, o zaman sen kameranı biraz yana alsana… Çünkü görmek istediği şey aslında benim ve ben burada duruyorum. Önce bir sessizlik oldu, sonra kamerasını yavaşça yana kaydırdı. Böyle daha iyi dedi.

SPIELBERG’E REJİ VERMEK!

Spielberg’ün rejisine müdahale ettiniz yani!
(Gülüyor) Çok tatlı bir adamdı. İnanılmaz bir teknik dehası vardı. Ve oyuncu yönetimini de çok iyi biliyordu. Ofisinde ilk kez tanıştığımızda inanamamıştım, odanın her tarafı storyboardla kaplıydı. Hiç kızmayan, sesini yükseltmeyen, bir engel çıktı mı çok hızlı çözen bir yönetmendi.  

Ridley Scott nasıldı?
O da öyle. İnanılmaz bir gözü var. Çok çalışıyor ve üç tekrar, beş tekrar, onu hiç bozmuyor, ortaya iyi bir sonuç çıkacağına eminim. Bir de John Moore’la Flight Of The Phoenix diye bir film yapmıştık, o da inanılmaz bir adamdı... Dört ay Namibya’da çölün ortasında çalıştık, herkes yılıyor, pes ediyordu, o hiç yorulmadı, yılmadı. Bazen tüm kadro çok yorulup, haftasonunu bize versene diyorduk. Oyuncuya böyle alanlar veren bir adamdı.

Bu arada siz bütün James Bond aktörleriyle oynadınız sanıyorum ki?
Evet, George Lazenby hariç hepsiyle ama maalesef hiçbir Bond filminde çalışmadım. Roger Moore’la The Man Who Hunted Himself, Sean Connery ile Indiana Jones'da oynadık, Timothy Dalton'la bir piyes yapmıştık. Sonra Pierce Brosnan'la Remington Steele dizisinde bir bölüm yaptım, Malta'da iki üç haftada çekmiştik. Daniel Craig’le Renaissance adlı animasyon filmde beraber seslendirme yaptık.

Bugüne kadar çalıştığınız onca insan arasından en unutamadığınız kişi hangisi?
Dustin Hoffman’ın bir olayını unutmuyorum. Ishtar filminde tanıştıktan sonraki gün Marakeş’teki büyük bir çarşıda çekilecek bir sahnemiz vardı. Otele dönerken, yanıma geldi ve “Kevork, sabahları erken kalkar mısın?” dedi. Evet, dedim. “Tamam, yarın sabah erkenden kapını çalacağım” dedi. Ertesi sabah beş buçuk gibi kapım çaldı. Çıktık, birlikte o dev çarşıya gittik. Şirinlik yapıp kapalı olan koca marketi açtırdı ve orada saatlerce sahnemizi prova ettik. Çok disiplinli ve tatlı bir adamdı.

Son olarak, madem artık buralardasınız, Türkiye’den birilerini soralım. Yeni kuşaktan favori oyuncularınız var mı?
Evet, yani yeni yeni tanıyorum tipleri ama bakabildiklerimden Nejat İşler'i çok sevdim. Onun işleri iyi. Halit Ergenç bence çok iyi. Avrupa’da da çok başarılı olabilecek bir oyuncu. Mehmet Günsur, Mete Horozoğlu, Nadir Sarıbacak da öyle. Zaten Haluk Bilginer ve rahmetli Tuncel Kurtiz’i saymama gerek yok herhalde. Bir de Kıvanç Tatlıtuğ da iyi bence. Proje seçmesini biliyor ve kendisini değiştirmeye çalışıyor. Ne güzel bir şey.

ÖNCEKİ 13. !F İstanbul'da Kaçırılmaması Gereken 15 Film SONRAKİ Beyazperdenin Yapay Zekaları
Bu yazıyı paylaş