Film ve müziğin kendini bilen buluşması: Jem Cohen ve Guy Picciotto

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Film ve müziğin kendini bilen buluşması: Jem Cohen ve Guy Picciotto

Röp: Chris McLaren
ÖNCEKİ Eşsiz bir koleksiyonun derinliklerinden: Turquoise Wisdom SONRAKİ Müzik ve tutku: Kutu

!f İstanbul Film Festivali’ne Gravity Hill—Sound + Image projelerini getirerek özel bir akşam vaat eden filmci Jem Cohen ve Fugazi efsanesinin gitaristi Guy Picciotto’yla konuştuk. 

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Şu an bu dergiyi okuyorsanız, büyük ihtimalle medyayla ilgileniyorsunuz. Bu konu üzerine düşünmediyseniz bile, yıllarınızı –neredeyse bütün hayatınızı– kendinize medya metinlerini “okumayı” öğreterek geçirdiniz. Medya “okurken”, anlamı görsellerden, içerikten, formattan, üsluptan ve sesten oluştururuz. Film ve televizyonda çoğunlukla olay örgüsü ve karakter gelişimi basit, yerleşik işitsel metaforlara dayandırılır. Tüm polisiye dizilerde duyduğumuz meşum synthler bize tehlikenin yakın olduğunu anlatır; Wes Anderson filmlerinde titizlikle seçilmiş eski pop şarkıları karakterlerin tuhaf doğalarını temsil eder. Kendimizi gördüklerimize eşlik eden sesler üzerine düşünmemeye, olduğu gibi kabullenmeye koşullamış durumdayız.

Jem Cohen ve Guy Picciotto bunun saçmalık olduğunu düşünüyor. Tembellik olduğunu, ve daha iyisini yapabileceğinizi söylüyor. 1980’lerin verimli Washington punk sahnesinden çıktıklarından beri, ikisi de kariyerlerini yerleşmiş formatları sorgulamaya adıyor.

Picciotto en çok punk/post-hardcore grubu Fugazi’nin vokalisti ve gitaristi olarak tanınıyor. Punk kökenli olmasına rağmen, Fugazi bir yandan da dub’ın ritminden ve o sıralar gelişmekte olan hip hop sahnesinin “call and response” vokallerinden ilham aldı. 13 Songs ve Repeater gibi kendi türlerini oluşturan, kilometre taşı sayılabilecek albümler dışında Fugazi politik bir grup olarak da biliniyordu. Büyük şirketler ve ana akım medyadan kaçındı, konserlerde bilet fiyatlarını düşük tuttu, yaş sınırlaması getirmedi ve âdil tavırlarıyla hayranlarına ilham kaynağı oldu. 17 yılın ardından, grup 2003’de uzun bir sessizliğe girdi.

Şimdilerde New York sakini olsa da, Cohen, Picciotto ve arkadaşlarıyla Washington punk’ının altın çağında büyüdü. Diğer herkes eline gitar ve mikrofon alıp grup kurarken, Cohen’in seçtiği enstrüman fotoğraf makinesiydi. Akranlarının do-it-yourself etiği ve dürüstlüğü Cohen’i filme yönelterek şişirilmiş Hollywood prodüksiyon modelinin kenarlarında çalışmaya itti. İşlerinin çoğu müzik odaklı, Fugazi ile 10 yıl süren ortak çalışması Instrument dâhil olmak üzere. Cohen’in kariyerinin diğer büyük odağıysa belgeseller oldu, gerçek ve kurgunun birleştiği gri bölgeyi sıkça işledi.

13. !f Istanbul Film Festivali’nin bir parçası olarak Cohen ve Picciotto, Dirty Three’nin efsanevî davulcusu Jim White ve George Xylouris (ut) ile birlikte 19 Şubat’ta Babylon’a Gravity Hill—Sound + Image projelerini getiriyor. Sanatçıların hareketli görüntülere canlı olarak eşlik ettikleri ve seyircileri ses ve görüntü arasındaki ilişkiyi bilinçli olarak incelemeye yönlendirdikleri üç yeni çalışmayı izleyebilirsiniz. Ve unutmayın: çiğnemeden yutmayın.

GUY PICCIOTTO RÖPORTAJI

Öncelikle Fugazi'ye ara verdikten sonra geçen on yılda farklı kapasitelerde bir sürü projeyle ilgiliydin, ama genel olarak düşük bir profil sürdürdün. Bizi vaktinizi nasıl geçirdiğin konusunda bilgilendirebilir misin? Şu anda kartvizitinizde ne yazardı?

Profil, yüksek veya düşük, gerçekten göreceli bir şey. Bana göre ben hep ne yapıyorsam onu yapmaya devam ettim. Yani kartvizitimde olacak tek şey ismim olurdu, çünkü kendimi tanıtabileceğim tek şey o.

Fugazi aktif bir grup olduğu zaman neredeyse 17 yıl boyunca durmaksızın turluyor ve kayıt yapıyorduk. Belki bu bir çeşit yüksek profil izlenimi yarattı ama aslında Fugazi, önce veya sonrasında yaptığımdan pek farksız bir şeydi. Sadece bir sebepten dolayı daha fazla ilgi kazandı.

O zamandan bu yana müzik hayattaki başlıca odağım olmaya devam etti, ama aslında bununla daha farklı şeyler yapabileceğime ve çok daha fazla insanla çalışabileceğime yönelik olanaklarım oldu.  The Gossip, Blonde Redhead, The Blood Brothers, The Casual Dots ve daha bir sürü grubun albümlerinin prodüktörlüğünü üstlendim. Vic Chesnutt'la iki tane albüm kaydedip gitarist olarak grubuyla turneye çıktım (benim için hayattaki en anlamlı deneyimlerimden). Jem Cohen'le beraber bir sürü canlı müzik ve film çalışmaları yaptım. Fugazi Live müzik arşivinin üzerinde çalıştım ve hem Fugazi, hem de üyesi olduğum diğer grupların ticarî işleriyle uğraştım. Aynı zamanda kendim müzik yazıp kaydetmeye her zaman devam ettim; bir de en basitinden, diğer tüm insanların hissettiği aynı sorumluluk ve endişelerle dolu bir hayat yaşıyorum.

Bir grup bağlamından ziyade görseller için müzik hazırlamanın ilgini çeken ve seni zorlayan yanları neler?

Bayağı farklı bir deneyim çünkü bu görüntülerin sesle birleştiği yerde oldukça kırılgan bir alan yaratılıyor. Bu yüzden görsellerin yaptığı işten uzaklaştırmak yerine onu desteklemek için doğru yaklaşımı bulmak hassas bir denge gibi. En iyisi herhangi birine öncülük verilmediği durumlar; bir çeşit fark edilmeyen bir dengede var oluyorlar. Süreç olarak bir grupta olmaktan daha az “özgür” çünkü iki ayrı medyanın konuşabilmesi için yer bulmak yerine tek bir tanesine hâkim olabilmek için daha fazla alan oluyor. Farklı ödülleri var bu durumun. İyi gittiğinde ulaşabileceğin özel bir boyut.

Fakat sonuçta sevdiğim şey herhangi bir projede işbirliği yapmak; prodüktörlük, şarkı yazmak, film müziği bestelemek, hepsi başka insanlarla bağ kurabilmek ve tek başınıza ulaşabileceğinizden daha yüksek yerlere çıkabilmek için bir yol bulmaya uğraşıyor. İnsanı eğitime ve öğrenmeye zorluyor ve hem teknik hem de anlayış açısından esnetiyor.

Chain’in baş yapımcılığı dâhil Jem Cohen'le oldukça uzun bir geçmişin var; en önemlisi Instrument’in konusu olarak. Bu projedeki rolünü ve Cohen'le beraber çalışma deneyimlerini biraz anlatabilir misin?

Instrument filminin dışında bile Jem Cohen, Fugazi'nin çok büyük bir parçasıydı; bizimle çoğu albüm kapağımızın üzerinde çalıştı ve her zaman yakın çevremizin bir parçasıydı. Kendisi güvenilir bir dost ve deneme tahtası. Instrument’ı yapmaya karar verdiğimiz zaman, grup filmin konusu olmanın ötesinde onunla çok yakından çalıştı; yapımcılığına yardım ettik ve kurgu sürecinde de yer aldık. Her zaman bir film aşığı olmuşumdur ama o süreçte yapısal olarak filmle ilgili çok daha fazla şey öğrendim, özellikle de kurgunun müzikalliğiyle ilgili ki bu filmin ana temalarındandı.

O deneyim dostluğumuzu derinleştirip, paylaştığımız estetik zevkleri ortaya çıkararak ikimiz için de aynı derecede olumlu geçti. Dolayısıyla sonrasında beraber başka projelerde çalışmak bizim için mantıklıydı.

Chain’de ve Museum Hours’da yapımcı olmak sadece o filmlerin tamamlanma sürecinde rol aldığımı; öneri, perspektif, tavsiye verdiğimi, sadece filmlerin etrafında olduğumu ve elimden geldiği kadar yardım ettiğimi söylemenin süslü bir yolu. O zamandan bu yana birkaç film/müzik işbirliği yaptık, bazıları Jem'in Occupy Wall Street belgesellerine olduğu gibi film müziğiydi ve bazıları Manifesto DF (Meksiko'da çekildi), We Have an Anchor (Cape Breton'da çekildi) ve İstanbul’da sahneleyeceğimiz daha kısa olan parçalar gibi canlı performanslar. Bazılarının içinde doğaçlama unsurları veya pencereler var, ama genellikle bayağı yakından bestelendiler. Bunları tamamlanmamış işler olarak görüyorum Onunla birlikte müzikle görsellerin kesişimini nasıl kullanabileceğimizi keşfediyor ve rötuşluyoruz.

Fugazi'nin canlı performansı rahatlıkla “sade” olarak tarif edilebilir. Eğer geri dönecek ve performansa görseller ekleyecek olsan ne görürdük?

Fugazi sadece sürekli yanan beyaz iş ışıkları altında çaldı. Amaç, performansın engelsiz ve belirgin bir odak noktası olmasına izin vermekti. Bana göre çalışımızda bu sadeliğe hak verecek kadar fiziksel olan bir şey vardı.

Setimizde geniş doğaçlama aralıkları vardı ve set planı veya listemiz yoktu. Bu yüzden konserler her gece kendi özel yollarını bulurdu. Tek ihtiyaç duyulan sahnede bizle, odadaki seyirciler arasındaki etkileşimdi. Bir daha çalacak olursak bazı şeylerin değiştiğini hayal edebiliyorum, ama işin görsel boyutu bunlardan biri değil.

Dijital devrimin yerel müzik sahnelerine olan etkisi hakkında neler düşünüyorsun? Eğer sen ve arkadaşların 30 yıl sonra doğmuş olsaydı, sence D.C./Dischord sahnesi neye benzerdi?

Bu çok geniş ve insanı her şekilde, olumlu veya olumsuz, gerçekleşen değişikliklere karşı bir duruş almaya zorlayacak bir soru. Bu konuda tam olarak nerede durduğumu bildiğimi sanmıyorum. Sanki kocaman kültürel bir hava sistemi o kadar kökten değişti ki herhangi bir yönde tahmin yürütmek gerçekten zor. Ben büyüdüğüm şekilde büyüdüm, o yüzden buna ayrıcalık tanımam kolay. Bazı şeyler konusunda nostaljik hissedebiliyorum; bazı telefon kulübelerinin önemi veya fanzinleri ya da plak almak için harcanan emek yüzünden ne kadar kıymetli oldukları... Ama bence en önemli şey devamlı dikkat dağıtacak evrensel bir portalın olmamasıydı, çünkü bu şu anda, internetle olduğu gibi, sürekli mevcut olan kocaman bir hazır bilgi hunisinin etkisi olmadan bir iç sesin kendiliğinden gelişmesine izin verdi.

Yalnızlık harika bir yaratıcılığa ve yerel tatların ortaya çıkmasına yol açabilir. Hepimizin çok genç olması da buna yardımcı oldu çünkü geleneksel kariyer hırsına yaklaşan herhangi bir isteğimiz yoktu. Amaç arkadaşlarımızla konuşmaktı ve uzun yıllar boyunca bundan daha ilerisini görmedik. Uzun ve verimli bir kuluçka dönemiydi. O yüzden eminim ki bilgisayarlara ve dijital ekipmana erişim bir sürü şeyi kolaylaştırırdı. Özellikle kayıt ve turne aşamasında. Ama aynı zamanda bir çeşit faydalı, üretken, verimli ve “cahil/bilgisiz” bir korunağı kaybetmiş olduk.

Ama bilmiyorum, eminim ki şu anda doğmakta olan ve bu âletlerden çok iyi faydalanan ve birbiriyle iletişim kurmak için verimli yollar bulan gençler vardır. Benim gençliğime nazaran, bazı yalnızlıkları atlatmak muhtemelen şimdi çok daha kolaydır, ama belki daha yeni yalnızlıklar doğuyordur. Neyse, zaman yalnızca bir yönde hareket eder, o yüzden bence altın çağlara fazla bağlanmamak ve eldeki materyallerin hepimiz için verimli ve pozitif bir şekilde çalışmasını sağlamak önemli.

JEM COHEN

Bir film yapımcısı olarak kariyerinde tekrar tekrar müzik odaklı projelerde çalıştın ve müzisyenlerle işbirliği yaptın. Seni bu tür projelere çeken nedir ve işitsel bir sanatı görsel olarak canlandırmanın zorlukları neler?

Washington D.C.'deki punk müziği, yaratıcı ifadeyi çok çabuk bir şekilde benim ve arkadaşlarımın hayatlarının odağı yapan bir güçtü. Ben bir müzisyen değilim ve o zamanlar film yapmaya da erişimim yoktu, fakat fotoğrafçılık ve diğer sanatlar da bunun bir parçası olmanın bir yoluydu. En önemlisi, müzik sahnesi aslında bayağı çeşitli ve genişti ve ticarî bir endüstrinin korunan kapılarını açmasını beklemeye nazaran işlerin nasıl kişisel ve gerçekçi bir şekilde yapılabileceğinin örneğiydi. Her zaman bir şeyin hiçbir şeyden var olmasını görmeye bayılmışımdır ve bana müzik bunu vaat ediyor. Hâlâ bir gitardan, bir kemandan, bir bateriden veya bir sesten çıkabilen gizemli güce inanamıyorum ve bu enerjinin yakınında olmak hoşuma gidiyor. Deneysel müzisyenlerle, klasik bir orkestrayla çalıştım ve şimdi Giritli usta bir udînin dâhil olduğu bir performans hazırladığım için çok heyecanlıyım. Yani sonuç olarak müziğin çeşidi fark etmiyor; sadece ruhunun güçlü olmasını seviyorum.

Film, çoğu insanın rastladığı üzere, hâlâ kocaman bir makineye gömülü; izleyeni etkili bir şekilde oyalamak ve ürün çıkarmak için ünlüleri kullanmakla ilgilenen bir çeşit ticaret. Fakat kişisel film yapımının uzun bir geleneği var, özellikle belgesel odaklı, ve burada film yapımcısı daha çok doğaçlama çalan bir müzisyeni andırıyor. Museum Hours gibi bir filmde bile –ki bu daha çok hikâye odaklı bir projeydi– benim içerisinde çalıştığım gelenek bu.

Müzik yapımını belgelerken yaklaşımlarım çok farklı olabiliyor. Bazen görüntülerin oldukça soyut, resimsel ve ham olmasını istiyorum. Ama bazen de oldukça basit olması ve müzisyenlerin yaptıklarına saygı duyması gerekiyor; ânı neredeyse kendi başına bırakarak yakalamak gibi. Film yalnızca görsel bir sanat değil, aynı derecede işitsel de. Ama bu daha fazla müziğe ihtiyacı olduğu anlamına gelmiyor, aslında bazen tam tersi. Film müziği, içerisinde hiç müzik olmasa bile bir film için çok önemli olabilir. Aynı zamanda müzikle görsellerin birbiriyle etkileşebileceği ve beklenmeyen bir şey yaratabileceği yollar var.

İstanbul'da sahneleyeceğiniz gibi parçalarda müzikle görseller arasında nasıl denge buluyorsunuz? Bazen birinin diğerinden kuvvetli kalacağı endişesi oluyor mu yoksa bunu sürecin doğal bir sonucu olarak mı görüyorsun? Ve seyircinin bu akşamdan nasıl ayrılmasını istersin?

Asıl zorluk bu farklı formların nefes almalarına izin vererek onları birleştirmek. Görsellerin veya müziklerin bazen ön plana çıkması sorun değil; benim için sorun olan birinin seyirciyi öngörülebilecek şekillerde iterek öbürüne tamamen hükmetmesi. Nasıl hissetmemiz gerektiğini söyleyen ve deneyimi açma yerine daraltan film müzikleriyle dövülmeye o kadar alıştık ki. Tıpkı arkalarında rastgele görseller yansıtan grup ve DJ performanslarına alışmış olmamız gibi. Görsellerin kendilerinin veya kurgunun artık öneminin kalmadığı performanslar. Her zaman kötü bir şey değil, ama çok nadiren potansiyeline ulaşıyor.

İstanbul'daki performansımız müzikle görseller için farklı olasılıkları teker teker üstleniyor ki insanlar yaklaşımların oldukça farklı olabileceğini hatırlayabilsinler. Seyirciye gelecek olursak, biz sadece açık gözler ve kulakları teşvik etmeyi umut ediyoruz. Farklı insanların farklı tepkileri olacak. Bazen sessiz veya oldukça hafif müzikleri olan filmlerimiz olacak ve insanlar bunlara kendi kafalarında müzik yaratabilecekler. Bazen hiç görsel olmadan sadece müzik olacak ve insanlar kafalarında filmler yaratabilecekler. Bazen de müzisyenler belirli filmler için özenle hazırlanmış canlı besteler yapacaklar. Bu müzisyenler çok yönlü ve onları belirli bir yere oturtmak zor. Rock, punk, ambient ve aynı zamanda folk ve konuşma dilinin geleneklerini birleştiriyoruz. İnsanlar filmler için gelmiyorsa bile harika müzisyenler ve alışılmadık karışımlar duyabilecekler.

DIY (kendin yap) geçmişi ve aynı zamanda klasik (yani analog) formatta film eğitiminden gelen biri olarak dijital devrimin film yapımı üzerindeki etkisi hakkındaki düşüncelerin neler? Bunu bu sanat dalının gerçek bir demokratikleşmesi olarak görüyor musun? Telefonunda bir Vine yaratmanın herhangi bir değeri var mı?

Öncelikle söylemem gerekiyor ki teknolojik değişimler için “devrim” kelimesini kullanmakta biraz tereddüt ediyorum. Telefonların ve televizyonların çıkışı da dünyanın işleyişini değiştirmekte büyük rol oynadı ama bu başka çeşit bir “devrim”le hiç de aynı şey değil. Demokratikleşme –herhangi bir “form”a artan erişim– çok önemli, ama sadece yeni âletler kullanarak, içeriğini önemsemeden ve düşüncesizce herkesin bir şeyler yaratabileceği anlamına geliyorsa çok daha az önemli. Tamamen önemsizlerse görsellerin ne kadar hızlı veya uzağa yayılabileceği önemli değil. Pek bir anlam ifade etmeyen bir dolu materyalle kalmamak için dikkatli olmamız lâzım; insanların öğlen yemeği için ne yediklerini çekmesi, küçük şakalar yapması, her neyse... Dijitalin potansiyeli ticarî amaçlar ve gözetim için o kadar çabuk kullanıldı ki temelinde özgürleştirici veya yararlı olmadığı anlaşılıyor. Önemli olan bununla ne yapıldığı, ne kadar sorumlu ve yaratıcı bir şekilde kullanıldığı. Ama internette kedi videoları görmek de beni rahatsız etmiyor.

Telefonumda hiç Vine yaratmadım. Daha bir “akıllı” telefonum bile yok. Ama eminim ki altı saniyelik muhteşem videolar olabilir ve insanlar hâlâ çok farklı sonuçları olan uzun, yavaş ve daha zorlayıcı filmler izlemeye istekli oldukları sürece bununla bir sorunum yok. Ama Vine'lar yalnızca daha fazla fast-food veya daha kısa reklamlar anlamına geliyorsa, o zaman bayağı sıkıcı olur.

Kariyerinin çoğu –yaptığın “Documentary as a Lyrical Force” atölyesi dâhil olmak üzere– belgesele odaklandı ve gücünü temsil etti. Kısacası, bu türün potansiyelini nasıl nitelendirirdin?

Biz bu dünyada yaşıyoruz. Üretilmesi veya oyuncularla senaryolaştırılması gerekmiyor ve müdahale edilmeden bile çok enteresan; bu yüzden çok önemli bir başlangıç noktası. Ben dolanıp etrafta neler olduğunu görmek ve sınırlarda olanları merkeze taşımayı seviyorum. Ama belgeselin aynı zamanda geniş bir yelpazesi, hattâ bir gizemi olmalı ve hikâyelerle birleştiği zaman ikisi bir arada yeni bir alan yaratabiliyor. Bu çok heyecan verici. Bir sürü filmin basmakalıp olması gibi belgesel de tahmin edilebilir bir yapıya dönüştüğü zaman hayal kırıklığına uğruyorum. Sadece propaganda amaçlı ve beklendik bir amaç için kullanıldığında da hayal kırıklığına uğruyorum. Belgeseli bir tür olarak görüp görmediğimi bile bilmiyorum. Bir başlangıç noktası ve potansiyeli de en basitinde dünya kadar enteresan olabilmek.

Seni dünyanın farklı köşelerine götüren bir sürü belgesel, öykü ve yerleştirme projesi tamamladın. Peki bir filmin yapımcısı olarak ölmeden önce yapmak istediklerin listesinde neler kaldı?

İstanbul kesinlikle uzun yıllar boyunca gitmek istediğim yerlerden biri. Orada çekim yapmak istiyorum. Napoli'de daha çok çekim yapmak istiyorum. Hindistan'a hiç gitmedim… O kadar çok yerde çekim yapmayı isterim ki... Beni endişelendiren her yerin aynı hissetmeye başladığı zaman: aynı hikâyeler, aynı rahatlıklar, aynı reklamlar, bize zamanı hatırlatan dokuların yok oluşu. Benim bu listem hiçbir zaman tamamlanmayacak.

(Çeviri: Leyla Aksu, Ayşen Arıkazan)






 

 

ÖNCEKİ Eşsiz bir koleksiyonun derinliklerinden: Turquoise Wisdom SONRAKİ Müzik ve tutku: Kutu
Bu yazıyı paylaş