Müzik ve tutku: Kutu

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Müzik ve tutku: Kutu

Röp: Barıştık Mı, Foto: Metin Keçeci
ÖNCEKİ Film ve müziğin kendini bilen buluşması: Jem Cohen ve Guy Picciotto SONRAKİ Yerelden küresele sesleniş – iNSANLAR

Geçtiğimiz seneyi kendi adını taşıyan “mis gibi” bir albümle taçlandıran Kutu bizlerle... Trompet sevdalısı Barıştık Mı, Utku Öğüt ile Kutu’yu ve son albümünü konuştu.  

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Utku Öğüt’ün 2009’dan beri farklı yapılar içinde dinlediğimiz projesi Kutu, geçtiğimiz seneyi, Müzik Hayvanı aracılığıyla dijital olarak yayınlanan nefis bir albümle taçlandırdı. Kutu’da da trompetini eline alan Barıştık Mı, Öğüt ile grubu ve yeni albümü üzerine sohbet etti... İşte Kutu’dan, çekme My Dying Bride CD’sinin içinden Portishead albümü çıktığı günlerden bu zamana, müzik ve tutkuya dair bir muhabbet...

Barıştık Mı: Geçen senenin sonlarına doğru tam olarak DIY (do it yourself) diyebileceğimiz mis gibi bir albüm çıkardın KUTU adı altında. Tını olarak da pek çok etkileşim mevcut içinde. Kafası karışık biraz. Yıllardır birikenlerin bir kısmını ceplerinden boşalttın, seni en çok etkileyen şeyler nelerdi?
Kutu: Ağbi küçük yaşta da müziğimi seçebilecek durumdaydım. Ailemden dolayı evde çok geniş bir arşiv vardı. Mesela annem Demis Roussos severdi. Bowie vardı evde, Elton John vardı… Ama ilk kez dinleyip “N’oluyoruz lan?!” dediğim şey Cure’du.
B: Albümde de fark ediliyor.
K: İlk şarkıda selam çakıyoruz zaten.
B: Nasıl?
K: “Wonderer”da atak geliyor: “TAS-TAS! TAS-TAS!” Aslında orada “Just Like Heaven”ın girişine selam çakıyoruz. İlk albümdü ve tamamen kendi şarkılarım olan bir şey çıkarttım ve de hayatımda beni etkilemiş pek çok şeye selam çaktım. Melodik olarak değil ama tınısal olarak.
Cure’dan sonra bir dönem çokça eski ekol punk, psikedelik, doom/death metal falan dinledim. O dönem bir de çekme CD alıyordum Akmar’ın oralardan. My Dying Bride kapağının içinden Portishead – Dummy çıkmıştı. Benim için o andan sonra başladı Massive Attack’lar, Air’lar… Björk! Sonrasında seninle tanışmamıza vesile olan Gainsbourg… Bir dönem klasik müzik eğitimi aldım, oradan da Wagner, Debussy ve Saint Saens beni en çok etkileyenlerdendi. Asla dinleyici olarak bir türün neferi olmadım ama.
B: Ne kadar sürdü bu albümün yapım aşaması?
K: Proje, 2009’da başladı. Sahneye tek kişi çıkıyordum. Öncesinde elektro punk yapan bir grubum vardı. O proje bittikten sonra bir dönem müzik dâhil pek çok şeye ara vermiştim. Sonra bir gün bir arkadaşımla Hakan ağbiyi (Orman) ziyarete giderken demomu da yanımda götürmüştüm. Çok kötü bir demoydu. Vokalleri, kemanları WebCam mikrofonu ile kaydetmiştim. Hakan ağbiye demoyu verdim. Dedi ki, “Yavrum 4 Şubat’ı sana veriyorum.” Öyle başladı işte… Sonra büyüdük küçüldük, dağıldık, toplandık derken geçen yıl “yeter” dedim. 2-3 haftalık bir programla şarkıların kaydını tamamladım. Yazın başında yayınlayacaktık ama Gezi başladı. Biz de kasıma erteledik.
B: Bir dahaki albümü yine ev, minimum stüdyo ekipmanları ve senin prodüktörlüğün ekseninde mi kaydedeceksin?
K: Gibi… Yani biraz daha ödenek yaratıp davul kaydını en azından stüdyoda canlı almak istiyorum.
B: Evet, ilk albümde davulları bilgisayar yordamıyla kaydetmiştin. Bir de “Brit” duyulan bir albüm olmadı mı sence?
K: Ben aslında tasarlarken o kadar da “Brit” kastetmemiştim ama öyle çıktı. Öte yandan stüdyoda kaydedilecekse parçalarla ilgili çok kesin kararlarla gitmek gerekiyor. “Dur ya onun orasına da şunu ekleyeyim” deme şansın sürekli olmuyor çünkü taksimetre çalışıyor. Ancak edit-miks aşamaları da çekilecek dert değil.
B: Sen mi yapmıştın miks ve editi?
K: Yardımlı. Mesela senin trompet kaydının olduğu güne Taner de (Yücel) gelmişti. O da ev kaydı yapar ve ses algısına inanılmaz güvendiğim için kendisinden fikirler aldım. Özellikle Taner ile benim fetişize ettiğimiz bir davul soundu var, sen de bilirsin. Bir de son rötuşta Metin (Kahyaoğlu).
B: Kapalı, 70’lerdeki trampet soundu gibi mi?
K: Evet. Tight, Melody Nelson’daki gibi… French, funk, soulda da olan kafa…
Biraz yaratıcılık konusunda da daha rahat olmasını sağlıyor insanın kendi kaydının başında olması… Elbette yine destek alırım ama son sözü kendim söylerim.

Image



B: Mekânlarla ilgili ne düşünüyorsun? Sektör görüldüğü üzere her sene daha kötüye gidiyor. Mekânlar için de öyle mi? 
K: Niyeti temiz olan, niyeti hibrit olan ve niyeti pis olan var. Bir mekân açılır, kâr marjını güder kim ne kadar içki sattırıyorsa ona sahne verir. Hibrit olan ikisini de güder ama onların hem kendi çizgisi vardır hem de paraya odaklı bir tarafı vardır. Bir de sadece müzik idealizmi, sanat idealizmi olan mekânlar var, Kargart, Dunia, Peyote buna birer örnek…
B: Türkiye'de sadece müzikle hayatta kalabilmek zor. Senin, benim kafayı taktığımız seslerle neredeyse imkânsız. Bu konuda söyleyeceğin şeyler neler? 
K: İskandinavya diye bir yer var. Çok güzel, refah. Para akıyor. Sosyal devlet bir sürü maddî imkân sağlıyor. Örneğin kültür fonları, sosyal güvence, alım gücü ve işsizlik maaşı. Müziğin ticarî karşılığını hiçbir zaman gözetmek zorunda değiller. Belki de bu yüzden İskandinavya çok güzel sound üreten bir bölge. Böyle bir rahatlıkları söz konusu çünkü. Adamların black metali bile kültür fonlarından destek alabiliyor… Bu arada alt katta John Grant çalıyor, harika bir şey.
“Müzik bir meslek mi, yoksa hayatın bir parçası ve ruhani bir aktivite mi?” sorusunda ben de ikincisini seçerek geçim kaygılarımdan müziği ayrı tutuyorum. Özel ders veriyorum, tiyatrolarda teknisyenlik yapıyorum, zaman zaman 3-5 işte çalışıyorum. Soundum bu sayede arz-talep ilişkilerinden azat edilmiş oluyor. Bir de burada insanların alım gücü düşük olduğundan albüm bile alamıyorlar. Ama kredi kartına taksitle iPhone alır, o başka…
B: Konserine gelip litrelerce içki içerken sana “beni kapıya yaz” diyebiliyorlar mesela… Oysa ki içtiği bira fiyatıyla bilet fiyatı hemen hemen aynı…
K: İşte! Sadece alım gücü de değil, değer yargısı belki de. Ama bunları kafaya takarsak bir halt yapamayız ağbi, yola devam.
B: Hayatta kalma kaygıları “acaba yarın öbür gün müzik aşkımı baltalar mı?" diye düşündüğün oluyor mu?
K: Birden göbekli bir aile babası olarak kendini bir beyaz eşya dükkânında bulabilirsin. Ben o adamların müziği kaybettiklerini düşünmüyorum. Sahnelenmek, kaydedilmek müziğin bir parçası ama bu bir sınır değil. Hayatta kalmak için tam zamanlı işlerde çalışmak zorunda kalabiliyor insan ama müzik “yok” değil ki. Müzik yaşıyor, bir şekilde devam ediyor. Tutku olduğu sürece müzik de var.
B: 2014'te Kutu için planların neler? 
K: Bu ilk albümün bonus şarkılı versiyonunu yayınlayacağız. 21 Şubat’ta Peyote konseri var. Dahası da olacak. Yazın festivaller, yurtdışı konserlerinde çalmak gibi niyetim de var. Bir de içimde kalan konsept EP var, onu yayınlamak istiyorum.
B: Kutu olarak mı?
K: Evet. Kutu'da öyle belli bir sound ya da tür üstünde durmuyorum. Bu arada teşekkür ederim, her röportajda sorulan “KUTU ismi nerden geliyor?” sorusunu sormadın.
B: Bir şey değil ağbi.
K: Kutu benim lakabım zaten. Benle küçükken dalga geçilen isim. Projeden öte, kutu benim müzikal olarak hayat boyu yapacağım her şey.
B: Sormuş kadar oldum, hehe! Geçtiğimiz sene Şile'ye taşındın. Müziğin açısından şehrin merkezine yakın yaşamak mı yoksa şehrin dışında kalmak mı seni harekete geçiriyor?  
K: Müzik biraz disiplin meselesi. Tutku varsa o konsantrasyonu “tak!” diye getiriyor. Şu an Şile’de bağımsız olarak yaptığım başka şeyler ve yazdığım tez ile uğraşıyorum. Şile’nin o ilham verici tarafını pek yaşayamıyorum. Ama inanılmaz bir yer. Merkezde yaşamak, sosyal ortamlarda bulunmak da güzel ama bazen “derinlerde” olmak lâzım. Hani sen derinlerde mutluydun ya…
B: O hâlde Şile’deyken derinlerde misin?
K: Evet, daha fazla düşünebiliyorum. Şu ana kadar akademik çalışmalarım yüzünden müziğe pek vakit ayıramadım ama iki şarkı yazdım.
B: Copyleft mi, copyright mı?
K: Kul hakkı.
-burada koptuk-
B: Yani?
K: Hak işte. Copyright, sürdürebilirlik için gerekebilir maddî anlamda ama copyright’ın evrimleştiği bir dönemdeyiz. Önceden o “right” da pek sanatçıya gitmiyordu ya…

Kutu, 21 Şubat’ta Peyote sahnesinde.

 

ÖNCEKİ Film ve müziğin kendini bilen buluşması: Jem Cohen ve Guy Picciotto SONRAKİ Yerelden küresele sesleniş – iNSANLAR
Bu yazıyı paylaş