Müziğe dair kısalar

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Müziğe dair kısalar

Yazı-Röp: Alex Mazonowicz, Cem Kayıran, Emre Karacaoğlu
ÖNCEKİ Teftiş: Bu ay ne dinlesem? SONRAKİ Oynamaktan yorulanları yönetmen koltuğuna alalım: John Turturro

İstediğin zaman… (When you want to…)

Yazı: Alex Mazonowicz

“Kapalı kapılar ardında homofobik oldukları ve kimseye zarar vermedikleri sürece bununla baş edebilirim.” Eddie Izzard - “Homofobi” üzerine
 

1984 yılının ocak ayında meşhur İngiliz radyo DJ’i Mike Reed, Frankie Goes to Hollywood’un ilk single’ı “Relax”e ve kapağına karşı duyduğu nefreti yayında duyurmuş ve parçayı çalmayacağını ilan etmişti. İki gün sonra BBC doğrudan bir yasaklama getirdi. Ocak ayının 24’üne gelindiğinde parça bir numaraya yükselmişti.

Parçaya yasak gelmesinin ve İngiliz otoriteleri öfkelendirmesinin sebebi şarkı sözlerin cinsel içeriğiydi. Şarkı pornografik bir yapıt olarak addedilmişti. Ne Reed ne de BBC yönetimi tarafından cinsel yönelime dair herhangi bir referans verilmediyse de, Holly Johnson ve Paul Rutherford açık olarak geydi ve bu çelişkiyi kesinlikle kamçılıyordu.

80’ler, cinsellik adına İngiltere’de tuhaf bir döneme tekabül ediyor. Amerika’da ve özellikle de New York’ta disko ve kulüp sahnesi homoseksüellik tabularını yavaş yavaş yıkıyordu. Ancak dans müziğinin cazibeli ve özgürlükçü doğası İngiltere’de acid house hareketine kadar doğru dürüst kendini gösteremedi. 70’lerin sonlarında punk ile birlikte açıkça homoseksüel ya da Buzzcocks’un Pete Shelley’si gibi biseksüel olan müzisyenler öne çıkabildi. Punk rock, glam rock ve new wave 70’ler ortasından 80’lerin ilk günlerine kadar çift cinsiyetliliğin önünü açtı. Fakat bu durum fantezi ve tiyatro olarak kaldığı için geleneksel olmayan cinsel kimliklere karşı olan ana akım tavırlar üzerinde çok büyük etkileri olmadı.

İngiltere’nin de diğer birçok ülke ve kültürün olduğu gibi drag sanatçılara dair bir tarihi var. Sanatçılar, aktörler, aktrisler ve göz alıcı müzisyenlerin hemcinsleriyle ilişkiye girmeleri, kapalı kapılar ardında olduğu ve üstü kapalı sözler söylenebildiği sürece kabul edilebilirdi.

Frankie Goes to Hollywood’un bu durum üzerindeki etkisi sürpriz değil. Frankie Goes to Hollywood ne kelimenin klasik anlamıyla “göz alıcı” bir gruptu, ne de haykıran bir kalabalığı eğlendirmek için mütevazı davranan drag queen’lerden oluşuyordu. Johnson ve Rutherford sadece geydi ve gey seks üzerine şarkılar söyleyip, bundan utanmıyor ya da pişmanlık duymuyordu. Müziği kadar kendisi de hoyrat olan bir yerden, Liverpool’dan gelen normal ve sıradan insanlardı. Ve İngiliz basını bunun üstesinden gelemezdi.

Frankie Goes to Hollywood gerçek anlamda bir pop fenomenine dönüşerek, Culture Club ve Wham! Ile birlikte 80’lerin vazgeçilmezleri arasında yerini aldı. Art arda hit olan üç single ve milyonlar satan bu albümle birlikte BBC’nin ilk etapta getirdiği yasağın satışları yavaşlatmaya dair herhangi bir etkisi olmadığı kanıtlandı. Hattâ bu durum medyanın ilgisini çektiği için neredeyse onların hızına hız bile kattı.

Ancak ileri gelenlerin hâlâ grubun iki şarkıcısının cinselliklerini hafifsetmeyi reddetmesiyle büyük bir sorunu vardı. Kliplerin yeniden kurgulanması, grubun risk faktörünün doğru yerinde kalabilmesini sağlamak için imajının itinayla kontrol altında tutulması gerekliydi. Ancak gençliğin kafasında küçük de olsa tohumlar ekilmişti. Bazı insanlar geydir, aşın bunu artık. Kültürel alışkanlıklar ve tabular yerle bir olmadı ama bir parça sorgulandı. Bu sorgulama bugün hâlen devam ediyor. 90’ların ilk günlerine gelindiğinde göze çarpan bir grup müzisyen eşcinselliğini ilan etti. 90’ların ortasında ise Madonna ve Robbie Williams gibi sanatçılar, cinselliği yaptıkları şeyin bir parçası olarak sundular.

2000’lerde, en azından İngiltere’de, gelenekselin dışındaki cinsel tercih ve yönelimlerin giderek daha çok kabul gördüğünü gözlemliyoruz. Eşcinsel evlilik hakkı alındı, büyük ünlüler partnerleriyle açık olarak etkinliklere katılabilir oldu. Homofobi çok daha büyük bir çoğunluğun kaşlarını çattığı bir şey hâline geldi. Spor dünyası bile yakın zamanda cinsel yönelimlerini ifade eden spor insanlarına karşı tavırlarında değişiklik gösterdi.

Bu albümün zamanında yasaklanmış olması şu an çok saçma geliyor. “Relax” hâlâ kulüplerin vazgeçilmezi olan klasik bir dans parçası ve Frankie Goes to Hollywood, The Beatles ve Echo & The Bunnymen gibi isimlerle birlikte Liverpool’un gelmiş geçmiş en iyi gruplarından biri olarak anılıyor. Ancak dünyanın dört bir yanında sanat, müzik ve diğer ifade biçimleri yasaklanmaya devam ediyor. “Relax” parçasının hikâyesinden alınacak ders bir albümün gey olmayı onaylatmış olması değil. Buradan çıkarılacak ders, kendini ifade etmenin (hangi biçimde olursa olsun), sansürleri aşıp geçecek bir yol bulabilecek ve daha iyi, daha özgür bir topluma doğru ilerlemek için küçük ama önemli bir ivme kazandırabilecek olması. 

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - 

Savai & Gökalp K.’dan harika bir ilk albüm: TAPE ONE

Röp: Cem Kayıran

Tektosag Records’un son bombası Savai & Gökalp K.’nın ilk uzunçaları Tape One oldu. Hem ayrı ayrı işleri hem de birlikte gerçekleştirdikleri DJ setlerle kısa sürede gönlümüzü fetheden ikiliye kısaca Tape One’ın oluşum sürecini sorduk.

Albümde ikinizin de ayrı ayrı hazırladığı ve birlikte yaptığınız şarkılar var. Ama bir saatlik albüm bütün olarak mükemmel bir akıcılıkta ilerliyor. Bunun sırrı nedir? Biraz çalışma ortamınızdan bahseder misiniz?
Gökalp K: Öncelikle teşekkür ederiz! Albümü, sürecin başından sonuna kadar hep bağımsız olarak tasarladık. Yani, parçalar arasında herhangi bir uyum ya da ortak bir tema gözetmedik. Hattâ kendi evlerimizde ayrı ayrı çalıştığımız için birbirimize yaptıklarımızı dinletmek haricinde ortak bir çalışma alanı da yaratmadık. Ancak, hem uzun süredir birbirimizin yaptıklarını dinlediğimiz hem de birbirimizin işlerini epey beğendiğimiz için hep “birşeyler yapalım ve ardı ardına duyulsunlar, bence bayağı güzel olur” diye düşünüyorduk.
Savai: Albümün akıcılığı ile ilgili de yıllardır her yaptığımız işi sürekli dinleyen ve beğenen insanlar olduğumuzu, müzikal olarak birbirimizi çok iyi tanıdığımızı ve birbirinden alâkasız görünen bu şarkıların geçişlerinin uyumlu olabilmesi için çaba sarf ettiğimizi söyleyebilirim.

Bugüne kadar Tektosag'dan yayınlanan albümlerle kıyasladığımız zaman biraz uzun soluklu bir albüm diyebiliriz Tape One için. Albümdeki şarkılar ne kadarlık bir zamanda oluştu?
Gökalp K: Albümde 2012'de yaptığım çalışmalar da, albüm çıkmadan iki, üç ay evvel yaptığım parçalar da bir arada. Son bir senenin albümün büyük bir çoğunluğunu oluşturduğunu söyleyebilirim.
Savai: Aslında daha fazla şarkı vardı, elenerek bu sayıya ve süreye düşürüldü. Bana ait olanların bir kısmı tamamlanmamış şekilde bulunan projelerdi, onlar tamamlandı. Albümde seneler öncesinde yaptığım, duyulmasını istediğim bir iki çalışma da var, tamamen yeni şeyler de var. Plana göre albümün daha önce çıkması gerekiyordu ama ben biraz tembel bir adamım, benim yüzümden bu zamana kadar sarktı.

Canlı performanslarınızda albümdeki şarkılar ne kadar aslına sadık kalıyor?
Gökalp K: Aslında şu ana kadar hep DJ set çaldık. Hâliyle set içerisinde çaldığımız parçalarımız albümde duyduğunuz versiyonları ya da ufak değişikliklerle düzenlenmiş hâlleriydi. Fakat nisan ayının sonunda Arkaoda'da gerçekleşecek bir konserde ilk defa canlı performans sergileyecek ve albümü çalacağız. Canlı performansta parçaların kompozisyonlarında ufak değişiklikler olacak ve çoğu kısa parçanın uzatılmış versiyonlarını çalacağız. Albümden farklı olarak çeşitli düzenlemeler ve albümde yer almayan parçalar da çalmayı düşünüyoruz.

Tape One’ın albüm kapağını Cem Dinlenmiş hazırlamış. Kapağın hikâyesi nedir? “Temin”, “Temkinli Ol” gibi yazılar ne ifade ediyor?
Savai: Cem Dinlenmiş'in çok beğendiğimiz bir tuvalini kullandık, üzerindeki metinleri de muhafaza etmek istedik. Kendisine çok teşekkür ediyoruz.

Tektosag Records son yıllarda Türkiye’de ortaya çıkan en heyecan verici şeylerden biri. O ailenin bir parçası olmak sizin için ne ifade ediyor?
Savai: Bence büyük bir eksiği doldurdular, harika oldu. Kendilerini ilk keşfettiğimden beri peşlerindeydim, şimdi aralarında olmak beni gerçekten sevindiriyor.
Gökalp K: Fazlasıyla mutluyum. Türkiye'de elektronik müzik üreten çok iyi birçok müzisyeni bir araya getirdiler ve büyük bir özenle bunu sürdürüyorlar. Özellikle Davulun Sesi toplama albümleriyle dağınık olan beats sahnesini bir çatı altında topladılar, bu da çok sevindirici. Bunu büyük bir özveriyle başaran insanlarla birlikte çalışmak –özellikle de Türkiye'de– çok mutluluk verici.

Image

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - 

“Entel Arkadaşların Kırılganlığı”

Yazı: Emre Karacaoğlu

Rus yazar Maksim Gorki’nin Lenin’e dair aktardığı anekdotlardan birisi Rus liderin müziğe yönelik ilgisi hakkındadır...

Favori müziği Beethoven’ın “Appassionata”sı olan Lenin, Gorki’yle bir sohbetinde, gözlerini kısarak, ciddiyetle şöyle söyler: “Fazla müzik dinleyemiyorum, sinirlerimi etkiliyor; tatlı, boş laflar söyleyesim, pis bir cehennemin içinde böyle güzellikler yaratabilen insanların başını okşayasım geliyor. Ama bugün kimsenin başını okşamamalıyız, yoksa elimizi ısırırlar; onların başlarına vurmamız, merhamet göstermeden vurmamız gerekiyor; idealimiz kimseye şiddet uygulamamak olsa dahi. Hım... Bu makamın görevi aşırı zor!”

Lenin’in bu içsel mücadelesi Alman yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck’a 2006 filmi Başkalarının Hayatı senaryosunda ilham kaynağı olmuştu. Film, 1984 yılında, Doğu Almanya devletinin gizli polis örgütü Stasi’de istihbarat elemanı olarak çalışan Yüzbaşı Gerd Wiesler’in, rejim karşıtı olduğu düşünülen oyun yazarı Georg Dreyman ve tiyatro oyuncusu sevgilisi Christa-Maria Sieland’ı dinlemesini ve bu esnada duyduğu pişmanlığı anlatır. Ekibiyle birlikte Dreyman’ın evine dinleme cihazları yerleştiren ve onu 24 saat takibe alan Wiesler, zamanla yazar ve oyuncu sevgilisinin siyasi görüşleri, hayattaki değer yargıları ve aralarındaki aşk sebebiyle onlarla empati kurmaya başlar. Yazarın ardından evine girip kitaplarını okuyacak kadar görevini unutan Wiesler, devletten gelen emirlere karşı koyacak insanlığı bile gösterir. Donnersmarck, New York Times’a verdiği bir röportajında, Gorki’nin anekdotundan aldığı ilhamla yazdığı bu senaryo öncesinde, kafasında şu imgenin oluştuğunu anlatmıştı: “…İç karartıcı bir odada kulağında kulaklıklarla oturup, devletin ve kendi fikirlerinin düşmanı olduğunu sandığı bir adamı duymayı bekleyen bir görevli, bir anda, onun ruhuna dokunan bir müzik duyuyor.”

Durumun can alıcı kısmı bu son ifadede saklı: “onun ruhuna dokunan müzik.” Lenin’in ve bu kurgusal film kahramanı Yüzbaşı Wiesler’in “ruhlarına dokunan müziklerin” neler olduğunu öğrendik. Peki bizim devletimizin istihbaratçılarının, ifade alan, takip başlatan kolluk kuvvetlerinin ve güç sahibi diğer tüm memurların “ruhlarına dokunan müzikler” nelerdir? Ruhlarının derinliklerinde bir yerlerde saklı olduğuna emin olduğum haysiyet, özgürlük, sevgi ve emeğe saygı gibi duyguları tetikleyen şeyler ne? Kendime bunu sorarken de aklıma Güven Erkin Erkal’ın anlattığı bir anekdot geliyor: 80’lerde DEVIL (İngilizcede “ŞEYTAN”) isimli bir metal müzik fanzini çıkaran bir grup çocuk, polis tarafından göz altına alınmış. Polis memurlarından birisi telsizde amirine “örgüt”ü şöyle aktarıyormuş: “Amirim, ‘DEV-İL’ isimli örgütün bir de yayın organı bulunmakta. Şu anda elimde tutuyorum.”

Dönem dönem değişen iktidarlardan bağımsız olarak, devlet erkânında zihniyetin pek tahavvül etmediğini, hattâ zaten hâlihazırda benzer muhafazakâr görüşlere sahip liderlerin peşisıra geldiğini gördüğümüz için, onlarla birlikte gelen kadroların ve bürokratların ve yine bunlar tarafından seçilen memurların farklı olmasını beklemek fazla iyimserlik oluyor galiba. Bu hep böyle olmak zorunda ne yazık ki, değil mi? Yani ifademizi alan, konuşmalarımızı dinleyen, eserlerimizi inceleyen, çalışmalarımızı, hedeflerimizi, hayallerimizi üstlerindekilere aktarıp aktarmama kararını veren, yani var olan düzen sebebiyle hayatlarımız dilinin ucundaki bir sözcüğe bağlı olan bu kişilerden hep fersahlarca uzakta olmuşuz, bambaşka diller konuşmuşuz. Ülkemizin en ürpertici karanlığı bu değilse nedir? Gördüğü işkenceye dayanamayıp intihar eden (ki bulamadıkları adaletin ardından annesi Hatice Can da 2 Mart 2014’te intihar etmiştir) mimar Onur Yaser Can’ın ardından, sırıtarak, “Biliyorsunuz bu entel arkadaşlar biraz kırılgan oluyor,” diyen polis memuru değil mi bu ülkenin o zifiri karanlık dibi?

ÖNCEKİ Teftiş: Bu ay ne dinlesem? SONRAKİ Oynamaktan yorulanları yönetmen koltuğuna alalım: John Turturro
Bu yazıyı paylaş