Amerikalı sanatçı Juliana Barwick, küratörlüğünü Perfume Genius’ın üstlendiği program kapsamında Le Guess Who? izleyicisini büyülemeye hazırlanıyor. Kendi jenerasyonunun en özgün şarkı yazarlarından biri olan Barwick, hayatına farklı şekillerde dokunmuş ve ona ilham vermiş kadın sanatçıları anlatıyor.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Björk’ü kesinlikle tek geçerim. Björk benim hayatımı değiştirdi. Gerçekten böyle düşünüyorum. 13 ya da 14 yaşındayken Tulsa’daki bir alışveriş merkezinde Björk’ün bir CD’sini satın aldım ve eve gidip dinlemeye başladığım anda sanki tüm dünyam genişledi. Tuhaflıklara daima ilgim olmuştur. (Küçükken odamın duvarında ‘Neden normal olasın ki?’ yazardı.) Bir müzik tutkunu olarak Björk’e dair her şey de her zaman tüm duyularımı harekete geçirdi. Lisedeyken konser filmi Vessel’ı 10 bin kere izlemişimdir. Ardından New York’a taşınma sürecime gelmiş geçmiş en güzel albümlerden biri olan Vespertine ile eşlik etti. Onun hakkında sonsuza kadar yazabilirim. Bir keresinde Brooklyn’deki bir konserinde onunla konuşma şansım oldu. Hayatımda en çok tanışmak istediğim kişi olduğu için resmen çarpıldım ve konuşması ne kadar kolay bir insan olduğunu görünce büyülendim. Ona tapıyorum. Sanırım burada keseceğim.
Hemen ardından Tori Amos geliyor. Onun müziğiyle de lisedeyken tanıştım. Björk ve Tori Amos’tan önce aşina olduğum kadın solo sanatçılar Debbie Gibson ve Amy Grant ayarındaydı. Bu nedenle piyano çalmayı seven, benim gibi şarkı söyleyen ama aynı zamanda da gerçek bir punk ruhu taşıyan ve deli dolu, ateşli şarkılar yazan bir kadın keşfetmek çok aydınlatıcı bir deneyim oldu. Kiliseyle iç içe büyümüş olması da (onun babası da benimki gibi vaizmiş) benim için önemliydi. Adeta hayatımda gördüğüm en harika varlıktı. Kliplerini defalarca kez izledim. Bugün bile, hâlâ, hiçbir yere bakmadan resmini çizebilirim.
Hayatıma en çok tesir etmiş figürlerden ve müzisyenlerden biri de Whitney Houston. Whitney isimli albümü çocukken kendime aldığım ilk plaktı. Beni onun hikâyesi ve sesi kadar etkileyen başka hiçbir şey yok. Daha dün gece onun hakkında bir belgesel izledim ve dağıldım. Çok erken aramızdan ayrıldı.
Janet Cardiff’in işlerine bayılıyorum. Özellikle de 2001 yılında, New York’a yeni taşındığımda, Queens’de PS1’da gördüğüm The Forty Part Motet’ye. Uzaktaki bir odadan gelen sesleri duyar duymaz oraya yönelmiş ve kendimi çember şeklinde dizilmiş 40 tane hoparlörün yer aldığı devasa bir odada bulmuştum. Hoparlörlere yaklaştıkça her birinden farklı bir şarkıcının sesinin geldiğini fark ettim. Aklım uçtu. Bu muazzam işi sıklıkla aklıma geliyor.
Fotoğraf okumuş biri olarak Francesca Woodman’ın muazzam işlerinden de bahsetmeliyim. Birkaç sene önce Guggenheim’daki sergisine gittiğimde çok etkilendim. Basit gibi görünen kompozisyonlarının arkasına o kadar yoğun duygular ve anlatılar sığdırabiliyor ki... Onun işlerini de sıklıkla aklıma getiriyorum. O sergide gördüğüm her karenin aklıma kazındığını söyleyebilirim ki bu pek sık karşılaşabileceğiniz bir durum değil. Birçok müzeye ve galeriye girip çıkarım ve bu örnekteki gibi aklımda yer edenleri düşünmekten asla sıkılmam.