Veya: ANAP’ın bal peteğinden AK Parti’nin ampulüne “Turkish merry times”
1979’da Haydarpaşa açıklarında Independanta (Bağımsızlık) isimli petrol tankerinin patlayışına tanık olamadığıma hep üzülmüşümdür. Nasıl da dehşetengiz, görülesi bir manzaraydı kim bilir! Altı aylıkmışım; evin camları zangır zangır sallanmış. Ben de duymuşumdur illa ki... Lâkin anılarım arasında yer almıyor. Balkonumuzdan, Kız Kulesi’nden birinci köprüye kadar bütün Boğaz hattının görülebildiğini hatırlıyorum ama. Üsküdar’da güneşin batışını alev almış gibi yansıtan pencere camları; padişahın kızının peşi sıra Kule’ye gönderilmiş yılanlı sepet filan. Eski eski hikâyeler bir sürü... “Metruk”un manzarası: Taaa 1900’lerin başında yanıp kül olmuş, dış cephesi öylece kalmış Çırağan Sarayı (“Önünden denize girerdik” diye anlatırlardı). Balkonun hemen önünde, sarayın, koca bir apartman büyüklüğündeki, yosun tutmuş su deposu ve onun yanındaki teneke kulübede oturan Aslan Amca. Tüfeği yoktu ama niyeyse onu hep öyle hatırlarım. Giysileri yüzünden herhalde; avcı gibi giyinirdi adam. Köpekleriyle yaşardı. Su deposunun tonozları üzerine çıkıp dolaşmak, bir tek onun hakkıydı. Kapaklarından biri gizemli biçimde açık dururdu hep deponun. 1950’lerde küçük bir çocuk –galiba Aslan’ın kız kardeşi– içine düşüp ölmüş. Öyle karanlık bir delik. Üzerinden görünen manzaraysa, çok şenlikliydi. Bazı gemileri özellikle severdik. Hele de üzerinde “Turkish Maritime Lines” yazan seyahat gemilerini: “Çocuklar koşun Turkish Maritime geldi!” Veya “Turkish merry time” diyelim isterseniz. 1980’ler... Memleket hızla gelişmekte!
“Burayı devlet konukevi yapıcaz”
İstanbul’un ANAP’lı belediye başkanı Bedrettin Dalan, çok girişken adamdı. Karşı yakadaki ağaçları hızla tıraşlayıp imara açtı. Boş boş duran manzaramız tepe tepe doldu. Yine ANAP’lı Beşiktaş Belediye Başkanı Mümtaz Kola da akıllı adamdı. Mahallemizdeki tek boş arsaya, çocuk parkı olur diye beklediğimiz, su deposunun yanındaki araziye bir belediye binası konduruverdi (şimdilerde kız yurdu). Nasıl modern... Böyle en çirkininden, hemen kir tutan cinsten kaplama dışı. Uzun boylu hem. Fazladan birkaç kaçak kat. Kat kat çokonat yani. E yapmışken, başkalarına da izin vermemek olmazdı. Böylece deponun etrafı “yüksek kaçak”larla dolmaya başladı. Aslan Amca da gitti; (çatı katını Gönül Yazar’ın tutacağı) pembe apartman geldi. Bizim balkon manzarasından geriye de, kala kala Boğaz Köprüsü ve Çırağan Sarayı kaldı (Ona da şükür...). Sarayın restorasyonuna başlanması, kötü bir şey değildi elbet; yani niye öyle metruk kalsındı... Ayrıca evimizin manzarasında deniz namına pek bir şey kalmadıysa da, İstanbul’daki en şanslı ilkokul öğrencilerinden biriydim. Mahallenin sahilindeki Barbaros İlkokulu, sahiden de müthiş bir yerdi. Kocaman bahçesi ağaçlarla dolu (en büyük çınara “dede ağaç” derdik), taş merdivenli bir bina... Bir de ek bina; sadece müsamereler için. Basbayağı tiyatro sahnesi. Lükse bak! İkinci sınıfa yeni geçmiştim ki, “Burayı devlet konukevi yapıcaz” deyip okulu Yıldız Teknik Üniversitesi’ne bağlı binalardan birine taşıdılar. 80’ler sonları. Bir gün üniversiteli gençlerle polis arasında bir çatışma olduydu da, zil çaldığı hâlde, bir saat fazladan okulda kaldıydık. Ne içindi, neydi, hiç bilmiyorum. Ama bu tehlikeli havadan etkilenip, eve yürürken yol kenarında gördüğümüz kömürleri yüzümüze sürerek, “Bugün okulda yangın çıktı; zor kurtulduk” yalanıyla korkutmuştuk annemi (İyi-kötü bir tiyatro terbiyesi aldığımızı söylemiştim). Babamın da okuduğu eski Barbaros İlkokulu, yıllarca atıl kaldı; sonunda ola ola Four Seasons oteli oldu.
Akuzmatik Boğaziçi
Justin Bieber’ları filan ağırlayacak Four Seasons teşrif ettiğinde, ben çoktan Cihangir’e taşınmıştım. Deniz görmeyen, ama en azından mega yankılı gemi kornalarının duyulabildiği bir eve (Akuzmatik Boğaziçi..). O esnada annemgiller ise, Mimarlar Odası Başkanı Mücella Yapıcı’yla epey bir ahbap olmuşlar; Çırağan Sarayı’nın su deposunda başlayan korkunç restorasyon sebebiyle: Önce deponun üzerindeki beton kazınır; altından horasan harcıyla örülmüş (şahane) orijinal duvarlar çıkar; ama üzerine yine sıva çekilir ve uçuk pembeye boyanır; binanın tepesine ise cami kubbelerinde kullanılan kurşun kaplama uygun görülür; en en tepeye de, birer kat büyüklüğünde devasa havalandırma sistemleri yerleştirilir... Gürül gürül gürültülü olanlardan. İstanbul’da Mimarlar Odası’nın onaylamadığı pek çok şey gibi, bu “şey” de hayata geçmiş durumda. “Galeri/sanat merkezi olacakmış” rivayeti uydurma çıktı. Şimdilerde, Osmanlı tulumbacıları gibi giydirilmiş sıska vitrin mankenleriyle dolu, düzenlemesi okul kermesi seviyesinde bir itfaiye müzesi olarak hizmet veriyor.
1981 yılında, kırmızı bir oyuncak atın üzerinde Çamlıca’yı işaret ederek (“Ordular..!”) çıplak poz verdiğim balkonun görüş alanında değişmeyen tek bir şey var; o da Boğaz Köprüsü. Şanlı geleceğimizin nerede yükselip zirvesine ulaşacağını tahmin etmiş olmalıyım. Aynı anda 50 bin vatandaşımızın saf tutabileceği Çamlıca Camii (pardon, külliyesi!) inşaatı hızla sürüyor. Maşallah, dördüncü kat tamamlanmış bile. Vinçler harıl harıl... Aslında şimdi hatırladım; köprü dışında bir şey daha var değişmeyen. Yahu kendimi bildim bileli merak ederim: Hotel Çırağan! Saray’ı ve ona bağlı beş yıldızlı Kempinski’yi kast etmiyorum. İstanbul’un en gizemli yokuşlarından (Yıldız Parkı’nın duvarına bitişik, sanki bir şehrin bittiği yerde uzanan) Müvezzi Caddesi’ndeki şu köhne Çırağan otelinden bahsediyorum. Öylesine vardır ama yoktur ki, âdeta böylece kaçmıştır zamanın elinden. Çatı katındaki camekânlı restoranda otuz yıldır kırmızı-mırmızı, loş ışıklar yanar. Hep de boş gibidir. Tek tük birkaç siluet belirince de, esrarengiz bir buluşma var sanırsınız. Veya öyledir zaten uzaktan. İşte şimdi kalkıp o restorana gideceğim!
Turgut Özal’ın çene çukurunda
İki yıldızlı Hotel Çırağan’dan içeri giriyorum... Burada zaman durmuş gibi. Tıngır mıngır çalışan asansörle çatı katına çıktım. Lüks kavramına uyan hiçbir şey yok, ama “Buyrun efendim” diyen, beyaz gömlekli, papyonlu, nostaljik garsonlar var. Köşedeki masada, sessizce yemek yiyen bir çift. Ben de “o siluetler”den biriyim şimdi. Etrafa bakınıyorum. Demek kuş bakışı Yıldız Parkı böyle görünüyor... Arka tarafta, yazıhanemsi, küçük bir oda. Garsonlar tuhaf tuhaf bakarken, kapıdan içeri başımı uzatıyorum. Ahaha haa!!!.. Evet, burada zaman gerçekten de durmuş. Neredeyse duvarı kaplayan büyüklükte, cam çerçeveli bir Turgut Özal fotoğrafı!... Vesikalık. Ben Özal’ın çene çukurunda vertigo yaşarken, garson yaklaşıyor:
-Ne alırdınız?
-Bana bir duble rakı, bir de beyaz peynir. (Hesabı Turgut Bey’e yazın lütfen! Hattâ: “Haydi bir kaset koy da, şöyle bir neşelenelim Semra...” Turkish ‘merry times’a içelim.)
Hotel Çırağan’ın zaman tünelinden çıkınca, tam karşımda Çırağan Sarayı’nın bahçesini buldum. Boğaz’ın akıntısı tatlı-sert. Günbatımı yakın; manzara monokrom mavi. Eh, madem öyle deniz kıyısında da bir sigara... Biraz da ‘tanker-spotting’ (Boğaz çocuğu değil miyiz?). Otomobil girişi için kullanılan büyük açıklıktan Saray’a doğru adımımı atarken, kapıdaki güvenlik görevlisiyle kısa bir bakışma. Yeni bir yasa çıkmış; MOBESE kameraları artık eli cebinde boş gezenleri algılayıp alarm verecekmiş. Bu şartlar altında, şehrin herhangi bir noktasında gözaltına alınmam yakındır... Orhan Veli, bugün olsa şu meşhur “Bedava” şiirini yazmazdı bence. Hani “dere tepe bedava...” En azından Beşiktaş sahiline, bedavadan yaklaşmak kolay değil artık (“Shangri-La’lar da hoşgelmişler”). Sadece, Üsküdar ve Kadıköy iskeleleri arasındaki sevimsiz taşlık kaldı. Orası da çevik kuvvet yuvası zaten. Hem ben hep dar kot giyerim; çekiniyorum iskelenin oralarda yürürken, Başbakan görecek, ve belki de tasvip etmeyecek diye. Eder inşallah... Bir grup Arap kadının üst katında göbek attığı bir Boğaz turu teknesi geçiyor. Zurnanın, çıkı-çıkı-zillerin sesi uzaklaşıp köprünün altında kayboldu. Şimdi de bir RO-RO gemisi. “Ro ro ro! Ra ra ra! Bas gemici kornaya!..” Rüzgâr sertleşti. İkinci sigarayı yakmadan cebime koyuyorum. Eğer şu kanal projesi hayata geçerse, lodos estiğinde Boğaz çürük yumurta gibi kokacakmış diyorlar. Ah, “independenta”mıza daha ne çok var!