Değişen adam Bob Dylan’dan, Mark Lanegan’a, Ahmet Hamdi Tanpınar’a, müzik üzerine birtakım düşünceler…
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Bob Dylan: Değişen Bir Adam
Yazı: Alex Mazonowicz
“Go To The Mirror Boy”
- Tommy, The Who
The Times They Are a-Changin, Bob Dylan’ın hayranlarını bir sene sonra ikiye bölecek elektrik karmaşasından önce tümüyle akustik olan son albümü, 50 yıl önce geçen ay çıkmıştı. Dylan burada hâlâ umutla dolu ve iyimserdi. Kırgın “Sıbterranean Homesick Blues” ile açılan sonraki albümünün karakteristiği memnuniyetsizlik ve yabancılaşma olacaktı. Daha sonraki albümüyse Andy Warhol’a saldıran “Like a Rolling Stone” ile daha da kırıcı açılacaktı.
The Times They Are a-Changin’de Dylan toplumun ve tavırların kendini sevgi ve anlayış etrafında değiştirdiği yeni bir gelecekten, birliktelik hissinden bahseder. Ebeveynlere çocuklarını dinlemelerini, çünkü umudun çocuklarda olduğunu söyler. “Subterranean Homesick Blues”da ise neredeyse kasıtlı bir kontrastla insanları uyarır. Toplum sizi mahvetmek için vardır. “20 years of school and they put you on the day shift” (20 yıl okula gidersiniz ve sonra sizi gündüz vardiyasına koyarlar).
Bob Dylan, “bir neslin sözcüsü”, başından beri tartışmalı bir figürdü. Bir ozan olarak başladı, ama alternatif kültürün liderlerinden biri olarak da bilindi. Zamanın ABD tarafından komünist aktivite şüphesiyle incelendiği iddia edilen birçok popüler figüründen biriydi.
Taşralı, akustik Dylan ilk zamanlarında az insanı rahatsız etmedi. Madde kullanıma karşı salaş tavrı ve insan hakları hareketine desteği alanında benzeri görülmemiş popülerliğiyle bir araya gelince o zamanın tutucu toplulukları için bir kabus haline geldi. Ama bu küçük tepki, umut veren adamdan şikayetçi kötümsere dönüşümü sırasında kendi dinleyicilerinin ona duyacağı sinirin yanında hiçbir şeydi. Daha sonra İsa’yı bulacak, film yıldızlığı ümitleri olan bir easy-listening müzisyeni haline gelecek ve en sonunda sadece Starbucks’da satılan albümler yapmaya başlayacaktı.
Peki bu değişken tavır, kişiliğindeki bu ani değişiklikler neden? I’m Not There (2007), aynı adamı altı farklı oyuncuyla anlatmıştı - bir tür altılı şizofreni gibi. Pek çok yazar da benzer sonuçlara vardılar.
Yaşla değişmek doğaldır. Gençliğimizde hepimiz doğal olarak optimistiğiz, toz pembe gözlüklerimizle sanatçılara ve büyük gördüğümüz insanlara bakarız. Sanat camialarının bir parçası olmak, özgün düşünürler olmak isteriz. Ebeveynlerimizin para,iş ve hayatın baskıları altında kalmalarını izleyip asla o hale gelmeyeceğimize yemin ederiz. Benzer bir şekilde savaş sonrası nesil büyürken ve popüler müzik kültürel zeitgeist’ı ele geçirirken, dünyanın değişecek olması fikri çok gerçekçi geliyordu. Böyle bir zamanda, genç bir Dylan’ın, zamanların değişeceğine inanmak için her sebebi vardı.
Ancak savaş ihtimali ve nükleer tehdit Amerika’nın üzerinde büyük birer gölgeydi. İnsan hakları protestoları şiddete döndü, ve yeni bir nesil için verilen sözler açgözlülük ve düşünmek yerine kendi memnuniyetinin peşinde koşan etik yoksunu sanatçılar ortaya çıkmasına yol açtı. Yakında hippy nesli sosyalist teori ve feminizmi yeni hiyerarşiler ve orantısız güç dinamikleri ortaya çıkarmak için sömürecek ve yeni bir tutuculuk getirecekti. Dylan, Like a Rolling Stone’da çiçek çocuklarla ilgili kötümser olmakta ve sanat dünyasının sevgilisine saldırmakta haklıydı.
Her gün uyandığımızda dünya etrafımızda değişiyor olur. Hükümetleri deviren, en azından devirmeyi deneyen protestolar çoğalıyor gibi görünüyor. Polis şiddeti de bunun bir sonucu olarak fazlalaşıyor. Dylan’ın 1960’lardaki yolculuğu - neredeyse mükemmel denebilecek albüm sırasıyla akıcı bir şekilde anlattığı hikayesi- normal bir adamın yolculuğu olarak görülebilir. Büyük yeteneği olan bir adam, ama yine de normal perspektif değişimleri yaşayan normal bir adam. The Times They are A-Changin ile Bringing it All Back Home arasındaki kesin farklardan bir şeyler öğrenebiliriz. Değişim için alternatif kültür hareketlerine güvenebileceğimizi, ama örnek aldığımız insanların her an yerlerine geçmek için uğraştıkları insanlar kadar açgözlü ve yüzeysel olabilecekleri ihtimalini de göz önünde bulundurmamız gerektiğini öğrenebiliriz. Bazen cevaplara değil, bir aynaya ihtiyacımız vardır; ve pop müzik, en iyi formunda, çok net olabilir.
(Çeviri: Ayşen Arıkazan)
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Viskiyi Fazla Kaçırmayalım
Yazı: Emre Karacaoğlu
“Niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin, ya istikbaldesin? Bu saat de var,” diye sorar Nuran, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”unda...
Mümtaz’ın yanıtı da aşka dair bir ifşaattır: “Bu anı yaşamıyor değilim. Yalnız bana o kadar beklenmedik bir zamanda, kadın ve hayat tecrübem o kadar azken geldin ki, şimdi ne yapacağımı bilmiyorum. Düşünce, sanat, yaşama aşkı, hepsi sende toplandı. Hepsi senin hüviyetinde birleşti. Senin dışında düşünememek hastalığına müptelâyım.”
Tanpınar’ın “Huzur”unun beni biraz sarstığını itiraf etmem lazım. Ustanın şair kıvraklığı ile dile getirdiği düşünceler o kadar doğru ve can alıcı ki! Değil mi ama: Aşık olduğumuzda bütün zevklerimiz ve hayatta anlamlandırdığımız her şey o kişide toplanmıyor mu? The Last Shadow Puppets’ın sözlerindeki gibi, tüm geçmişimiz ve işlediğimiz hatalar hep o kişi içinmiş gibi gelmiyor mu? Kader onunla anlamlı değil mi? Aşık olduğumuz kişiden bir tat bulmuyor muyuz her şeyde? “Hayat onu çoğaltan bir büyünün etkisi altına girmiş gibi” olmuyor mu? Müzik bile kulağımıza farklı gelmiyor mu? İçimizdeki o yakıcı duygu, şarkılarda anlatılan aşka dair kadim kültürün bir mirası gibi oturmuyor mu karnımızın ortasında? İşte böyle varoluşumuzun merkezinde kuruyoruz sevdiğimiz insanı. Tanpınar da bunu şöyle tasvir ediyor: “Çünkü bize mahsus, ta cedlerimizden beri gelen ve terbiyesi en tene bağlı türkülerimizde bile hiç olmazsa kanlı bir şehvet rüyası hâlinde tekrarlanan sevme tarzı, sevgilide bütün kâinatın toplanmasını isterdi.”
“Huzur”da bu noktadan düşüşü yaşıyor Mümtaz ne yazık ki – hayatta hepimizin öyle ya da böyle deneyimlediği gibi. “Kâinatın toplandığı” Nuran’ı yitirmesiyle bütün varlığı derinden sarsılıyor, sanki onla beraber kendisi de yok oluyor. Bu, aşık olduğumuz kişiyi yitirmemizle yaşadığımız ilk acıdır. Dünya ayaklarımızın altından çekilmiştir. İkincisini ise okumamın sonuna eşlik eden, Screaming Trees’in vokalisti Mark Lanegan “Don’t Forget Me Dear” parçasıyla dile getiriyor: “Yeni birisini bulduğunu biliyorum/Benden çok daha iyi birisini/O değişim sana tesir edince/Bir şeyi aklında tut/Beni unutma canım.” Terk edilmenin buhranıyla gururumuz da incinmeye başlar yavaş yavaş. Genlerimiz bencildir ve o kişi bizi, yani genlerimizi tercih etmemiştir… Bir gün başkasınınkileri kabul edecektir. Zihnimizdeki bütün meşrulaştırmalara rağmen, hep aynı ifade su yüzüne çıkar parmaklarımızın arasından sıyrılıp: “Onun için yeteri kadar iyi değildim.” Yapışıp kalır bu lanet olası düşünce benliğimize, değil mi!
“Huzur” ve “Don’t Forget Me Dear” ayrılığın getirdiği acıları gözler önüne sererken, “Huzur”da ayrılan kişinin hissiyatına dair ipuçları da bulunmakta. Romanın bir noktasında Mümtaz, Nuran’a şöyle der: “Vücutlarımız, birbirimize en kolay verebileceğimiz şeydir; asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!” Yargılamadan önce bir saniye durup, bunun ne kadar büyük bir sorumluluk olduğunu düşünmekte fayda var. Herkes bu adımı atmaya hazır olmayabilir. Hatta bu adımı atacak cesareti hayatları boyunca toplayamayabilirler. Radiohead de buna benzer bir şeyi, Grant Gee’nin çektiği “Meeting People is Easy” belgeselinin DVD kartonetinde söylüyordu: “…Eğer reddedildiyseniz, otomatik olarak bunun sizin hatanız olduğunu düşünmeyin. Diğer kişinin sizin istediklerinizi yapmamak için bir takım nedenleri olabilir: Hiçbiri de sizinle alakalı olmayabilir.”
Radiohead’in bu sözlerini ve terk edip de sonradan pişman olduğunu dile getiren insanları düşünüyorum da… Sanırım aşk acısı için asıl ilaç şu gerçeği bellemekten geçiyor: Kimsenin ne yaptığına dair bir bok bildiği yok! Kimse kimseden daha iyi falan da değil! Mark Lanegan viskiyi fazla kaçırmış; hepsi bu.