Aylin Güngör’ün “Oturduğum Yerden / From Where I Am” ismini taşıyan fotoğraf kitabıyla Bant Mag. Yayınları’na start veriyoruz. 20 Mart Perşembe akşamı ise hep birlikte bunu kutlayalım diyoruz. Geçen sene Brooklyn Vapuru gecesinde hepimizi mest eden Smoota konseriyle...
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
2005 yılında Damon And Naomi, onlarla yaptığımız röportajda İstanbul’un ve burada rakı içmenin hayallerini süslediğini söylememiş olsalardı belki Bant Mag. olarak hiçbir zaman konser düzenleme işini girişmeyecektik. Ama olan oldu; nitekim biz de onlarla oturup rakı içmek istiyorduk ve türlü dalavereler sonucunda o yılın temmuzunda Babylon’da konser gerçekleşti. O gece zehir kanımıza zerk edildi ve sonraki yıllarda yapmaktan vaz geçemeyeceğimiz, bir nevi bağımlılık hâline geldi konser düzenlemek. Üretimlerine bayıldığınız, hayranlık duyduğunuz insanlarla tanışmak, şehre bıraktıkları ilham kırıntılarına tanıklık etmek, iyi geçen bir gecenin ardından şerefe demek ve sevdiğiniz bir grupla konser dışı kalan gün veya saatlerde birlikte şehri, İstanbul’u gezmek bizim benzinimiz oldu.
Ama zaman geçtikçe fark ettik ki, gelen grupların bizden daha büyük bir motivasyonları vardı; müziklerini yeni bir coğrafyaya getirmenin ötesinde bir peri masalı gibi dünyanın batısındaki müzisyenler arasında dilden dile dolaşan İstanbul’a gelmek.
Genelde turnedeki gruplar öğleden sonra bir şehre varırlar, doğrudan mekâna hareket ederler, ses kontrolü yaparlar, gider yemek yerler, sonra konser başlar, çalarlar, inerler, bir iki şey içerler sonra da sabah yeni bir şehre doğru yol almak üzere birkaç saatlik uykunun koynuna bırakırlar kendini. Ama İstanbul’a gelen gruplar burada kendilerine en az bir günlük tatil izni verirler. Şanslılarsa, turneleri bitmişse bu birkaç günü de bulabilir. Hâl böyle olunca, bizim şehri gezdirme turlarımız, getirdiğimiz hemen hemen her grupla uzun yemeklere, uzun yemekler derin sohbetlere, derin sohbetler paylaşılan anlara doğru ilerledi. Ve ilerlemeye de devam ediyor... 2005 yılından bu yana olup bitenlere istisnasız tanıklık edenler ise Aylin Güngör’ün yıllar içerisinde değişen, çoğalan, bozulup aramızdan ayrılan, aralarına yenileri eklenen kameraları oldu.
Aylin gruplara İstanbul’un alamet-i farikalarının önünde poz verdirmek yerine, güzel geçen bir günün hesaplanmamış bir ânında kamerasına davrandı hep. Yıllar geçtikçe gruplar, grupların arkadaşları olan başka gruplar ve müzisyenler, sayıları artarak gelmeye devam ettiler; sanki gruplar sıraya girmişte İstanbul’a gelip Aylin’e çektirmek istiyorlar gibi... İşte bu kitap, Oturduğum Yerden, bu hissi taşıyor. Sizin yaşadığınız şehirde sizinle birlikte iyi vakit geçiren birilerini, şartları zorlamadan, oluşturmadan çekmek.
Kitapta yer alan bazı sanatçılara İstanbul’da geçirdikleri zamanı, buradaki konserlerini, hislerini ve anılarını paylaşmalarını istedik.
MERRILL GARBUS (tUnE-yArDs)
İstanbul’da yaptığımız neredeyse her şeyi canlı canlı hatırlıyorum. Kadıköy’e vapurla gidişimizi, iskeleye ulaşmak için su birikintilerinden kaçmaya çalışarak kaldırım taşları üzerinde bavullarımızı sürükleyişimizi hatırlıyorum. Pazardaki balıkları hatırlıyorum; gümüş, her boydan, küçük ve büyük… Bir dahaki sefere ordayken o balıklardan yiyeceğim. Hava soğuktu ve akşamları sokakta buharı tüten satılık kestaneler vardı.
Başka nerede bu kadar çabuk arkadaşlıklar kurduk bilmiyorum. Her yemek sanki büyük bir aileyle yeniyormuş gibiydi, rakı bardaklarından dökülen gerçekler eşliğinde. Bu sebeple de konser o kadar hızlı akıp gitti ki, çünkü arkadaşlarla yapılan büyük bir parti gibiydi. Turnelerimizden birinin son konseriydi, bu yüzden kutladığımız ve GÜRÜLTÜ yaptığımız için çok mutluyduk.
HEATHER TROST (A HAWK AND A HACKSAW)
İstanbul farklı farklı parçalarının bir özeti gibidir, ama her farklı parçası keşfetmelik öylesine dünyalar sunar ki. Bazen uzaklaşıp, Boğaz’ı, güzel vapurları, minarelerin gün batımıyla (ya da doğuşuyla; keşfedilmeyi bekleyen onca köşe bucak içerisinde ne kadar uzun takılıp kaldığınıza göre değişir) şehre tepeden bakmak zor gelir. Şehri bir bütün olarak görebildiğim ve anlayabildiğim bu nadir anları, en huzur dolu anlardandı ve bunlar genelde o capcanlı havayı soluyup dünyada her şeyin yolunda olduğunu hissettiğin bir vapurda, çay yudumlarken yaşadım.
Aylin ve Hakan bizi harikulâde mahallelerle tanıştırdılar. Moda’nın ikinci evimiz olduğunu hissediyoruz ve geldiğimiz zamanlar sokaktaki bazı köpekleri bile tanıyoruz. Onlardan birinin adı ise Paşa idi, ki o zamandan beri kendisi evlatlık edinilmiştir. Aylin fotoğraflarımızı sayısız renkli garaj kapıları ve tren rayları üzerinden geçen minik köprülerin olduğu Yeldeğirmeni’nde yürüyüşe çıktığımız güneşli bir günde çekti. Şehri onların gözünden gördük, nesini sevdiklerini, nesini değiştirmek istediklerini ve belki de neden ona “evimiz” dediklerini de. Oradan, daha önce sadece vapurla geçerken denizden gördüğümüz, gösterişli Haydarpaşa’ya gittik. Bu bizim için İstanbul’la ilgili kalıcı bir şey hâline geldi; her gelişimizde uzunca zamandır sadece denizden gördüğümüz bir binayı ve duvarlarının ardında yatanları görme fırsatı buluyoruz. Bazen, gördüğümüz onca güzel yeri, yediğimiz onca yemeği ve İstanbul’da tanıştığımız ve tanışacağımız onca müzisyen ve insanı düşününce çılgın bir hisse kapılıyorum. Çünkü biz onları tekrar göremeden her şey değişecek diye korkuyorum ve belki de bazı arkadaşlarımızın evleriyle ilgili de benzer hisleri var diye düşünüyorum. Elbette hiçbir şey statik değildir, özellikle İstanbul gibi bir şehir; ve iyi ya da kötü değişmeseydi olduğu gibi bir şehir olamazdı. Değişim insanları önemli konularda tutkulu bir şekilde bir araya getiren şeydir. Bu sebeple hatıralarımda İstanbul için rezerve edilmiş bir rezervuara ihtiyacım var, ki tekrar ve tekrar ziyaret edebileyim. Her şey olduğu gibi kalsa da, kalmasa da.
CAN ORAL aka KHAN
Aylin ve Bant ekibiyle ilk kez Avrupa Kültürel Dergiler Festivali’nde 2006 yılında tanıştığımda bu kadar büyük bir organizasyonu yürütüp bir yandan da bu kadar rahat ve sıcak insanlar olduklarını görünce çok etkilenmiştim. Bence bu tavrın Aylin’in fotoğraflarında görebilirsiniz. Bugünün Türk kültürünün emsalsiz bir belgesi ve aynı zamanda ruh dolu bir sanat eseri. Beni hayatının ve işlerinin bir parçası yaptığın için teşekkür ederim.
CASPER KLAUSEN (EFTERKLANG)
İstanbul’u seviyoruz, o kadar kozmopolit ve ilham verici ki, onun gibi başka bir şehir tanımıyoruz. Onu düşünmemle birlikte içeri güzel anılardan oluşan bir ordu girer. Konuşkan seyirciye alışmamız birkaç konser aldı ama. İnsanlar komşularıyla düşüncelerini ve görüşlerini konuşmayı ve paylaşmayı seviyorlar. Ama kısa bir süre sonra fark ettik ki bu gürültünün arkasında tutkulu bir kalpler var ve en tehlikeli uyuşturucu gibi bağımlılık yapan bir tutku bu; sürekli İstanbul’a yeniden gelmek istememizi sağlayan bir bağımlılık.
CARLA BOZULICH
O konser bana daha ilk ânından garip bir güven hissi vermişti. Aylin’le, Cem’le ya da o tatlı arkadaşlarım ve kediler ve köpeklerle zaten çoktan tanışıyor gibiydim. Sanki hayat bir yandan akarken, biz hepimiz, ikinci, paralel bir hayata taşınmış gibiydik. John da aynı şekilde hissetmişti. Bu sihrin biz Batılılar için olduğu kadar, siz Türkler için şaşırtıcı olmadığını biliyorum... Bu sebeple bunun ne kadar değerli olduğunu bilmeyebilirsiniz. Bunun dışında İstanbul’da geçirdiğim zamanın en özel yanlarından biri 24 ve 25 aralık tarihlerini ortalıkta İsa olmadan geçirebilme fırsatıydı.
DAVID ARTHUR BROWN (BRAZZAVILLE)
Türkiye deneyimim 2005 yılındaki sıcak bir temmuz gününde başladı. Ev sahiplerimiz Aylin Güngör ve James Hakan Dedeoğlu, Atatürk Havalimanı’nda bizlerle buluştu.
Minibüsümüzle kıyı şeridinden şehre doğru ilerlerken, Boğaz’dan Karadeniz’e gitmek üzere geçiş sırasını bekleyen yük gemilerini gördüğümde büyülenmiştim. Beni tanıyan herkes yük gemilerine olan hayranlığımı bilir. Tam bu anda İstanbul’u seveceğimi anlamıştım.
Yolculuğumuz devam ederken radyodan Londra’daki otobüs bombalamalarına dair haberler aldık. Bir ülkeye ilk kez geldiğinizde yaşadığınız macera ve yenilik hissine bu haberin ne tür bir ağırlık ve üzüntü eklediğinden tam olarak emin değilim.
Taksim Meydanı’nda bir otelde kaldık. İstiklal Caddesi’nin arka sokaklarını gezdiğimizde İstanbul bana renkler, kokular ve seslerden oluşmuş, üzerime gelen bir gelgit dalgasını andırdı. Tüm bunların ortasında her şey epey sakindi. Dikkatli bakışlarıyla kediler ve tabiî ki devriye gezen bazı köpek balıkları vardı. Tanıştığım bu insanın adı Hasan’dı.
Otelden ayrılıp bir internet kafe arayışına çıktığımda Hasan bana ulaştı. Bıyığımdan olsa gerek, ilk görüştüğümüzde benimle Türkçe konuştu. Bu benim için bir şeylerin yanlış gittiğine dair ip ucuydu. Bu konuda kendimi savunmak için, fazlasıyla iyi bir adam olduğunu söyleyebilirim. Kendisini Kıbrıs doğumlu, bir diplomatın oğlu olarak tanıttı. Sadece bir gece için İstanbul’da olduğunu ve kimseyi tanımadığını söyledi. Ne yapacağımı sorduğunda verdiğim cevaptan sonra e-postalarını kontrol etmek için bana katılmak için internet kafe arayışımda bana eşlik etmek istedi.
Hasan internet ücretimi ödedi ve onun kaldığı otelde düzenlenecek bir geleneksel müzik ve dans gösterisine katılmam için beni davet etti. Arkadaşlarımla buluşmadan önce yarım saatlik bir vaktim olduğunu ve ona sadece kısa bir süre için katılabileceğimi söyledim.
Karanlık sokaklardan geçtik ve bodrum tarzı bir bara indik. Kırmızı ışıkları ve sahnesi olan karanlık bir odaya girdik. Gözlerim karanlığa alıştıktan sonra etrafa baktığımda birkaç müşteri ve onlarla oturan, sigara içen ve sıkılmış –muhtemelen Rus– birçok kız olduğunu gördüm. Ona buranın ne tür bir mekân olduğunu sordum, o da şaşırmış görünüyordu. Garsonla konuştuktan sonra bana müziğin kısa bir süre sonra başlayacağını söyledi.
Hasan viski, bense soda istedik. Garson içeceklerimizin yanında kiraz ve fındık da getirdi. Birkaç kız yanımıza oturdu, içki siparişi verdi ve bizle sohbet etmeye başladı. Yaklaşık yirmi dakika sonra (ne müzik ne de dans gösterisi başlamamıştı) Hasan’a arkadaşlarımla buluşmam gerektiğini ve hesabı istememizi söyledim. Hasan hesabı bölüşüp kredi kartıyla ödemeyi önerdi, ben ise ödemeyi nakit olarak yapmayı tercih ettiğimi söyledim. Garson bize hesabı getirdi ve kâğıda baktığımda gördüğüme anlam veremedim. Hasan’a neler olup bittiğini sorduğumda o da Türk parasının oldukça kafa karıştırıcı olduğunu söyledi ve mekânın sahibiyle konuşmayı önerdi.
Ofise girdiğimizde bizi takım elbise giyen, iri yarı bir adam karşıladı. Her ne kadar geniş bir gülümsemeyle elimizi sıksa da, gözleri bunun tam tersini işaret eder gibiydi. Oturduk ve bize nasıl yardım edebileceğini sordu. Hesapta bir karışıklık olduğunu ve tam olarak ne kadar ödemem gerektiğini ona sordum. Milyonlar miktarında bir Türk lirasıyla cevap verdi. Bunu anlamadığımı ve borcumu dolar bazında söylemesini rica ettiğimde “1200 dolar” cevabını aldım. Kahkaha attım, fakat o gülümsemiyordu bile. Bana menüdeki fiyatları kontrol edip etmediğimi sordu, etmediğimi kabul ettim. Getirdikleri kirazların ve fındıkların oldukça kaliteli olduğunu, sodayı da çok sevdiğimi söyledim ve 1200 doların bunlar için biraz abartılı olduğu konusunda ısrar ettim. Bunun hakkında biraz şaka yaptık ama içten içe bu durumun çok iyi gözükmediğini fark ediyordum. Bodrumda olduğumuzdan dolayı telefonum da çekmiyordu ve iki takım elbiseli adam daha usulca ofise girdi.
Herhangi bir şey ödemeden buradan çıkamayacağımı anladım, hiçbir şey söylemeden cebimden 70 doları masaya koydum. Müzisyen olduğumu ve İstanbul Caz Festivali’nde çalmak üzere burada olduğumu söyledim. Bunun üzerine organizatörümü aramaları gerektiğini söylediler, bu şekilde işleri yoluna koyacaklarından emindim.
Bu sırada Hasan yüksek fiyatlardan dolayı şok olmuş gibi görünme konusunda harika bir iş çıkarıyordu. Bir ara bana doğru eğilerek bu adamların tehlikeli göründüğünü ve onlara ödemeyi yapmamız gerektiğini söyledi. Böylece onun bu oyundaki rolünün de farkına varmış oldum. Bu andan akşamın başına kadar olan biten her şeyi aklımda canlandırdım. Gizemli bir cinayetin çözümündeki büyük aydınlanma gibiydi. “Hasan, sen de mi onlardansın?” diye sorduğumda “Ne diyorsun?!” diyerek ona yönelttiğim suçlamayı reddetti. Bir kez daha şansımı denemeye karar verdim ve cebimden çıkardığım 30 doları da masaya koydum. Kalktım ve yürümeye başladım. Beni durdurup durdurmayacaklarını bilmiyordum, neyse ki durdurmadılar ve yarınki konserde anlatmak üzere yaşadığım harika hikâyeyle bu sıcak İstanbul gecesine geri döndüm.
Türkiye’yi tekrar ziyaret ettiğim sekiz dokuz yıl içerisinde bir çok harika deneyimim oldu. Hepsini anlatmaya başlasam ortaya bir kitap çıkabilir. Bu deneyimlerin hemen hemen hepsinin merkezinde Aylin ve Hakan da vardı. Ben ve grup arkadaşlarım için çok değerli birer arkadaş oldular. Ivan Knight ve ben onların evlilik törenine de geldik. Barcelona’ya beni ve ailemi ziyarete geldiler, biz de onları İstanbul’da ziyaret ettik. Onlarla olan arkadaşlığımın ve yaşadıkları şehrin hayatımı ne kadar zenginleştirdiğini anlatabilmek gerçekten çok zor. Aylin ve Hakan’a, yetenekli arkadaşlarına, iş arkadaşlarına ve harika Türkiye’de yaşayan herkese çok teşekkür ediyorum.