Arslan Eroğlu’yla müzikten edebiyata

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Arslan Eroğlu’yla müzikten edebiyata

Röp: Fatih Kızıltaş - Onur Aytaç
ÖNCEKİ Birileri şakayı ciddîye alır SONRAKİ Partick De Bana

Ressam Arslan Eroğlu’nun son sergisi Perde’yi bahane ederek kapısını çaldık ve görsel algısını temellendirdiği kaynaklar üzerine detaylı bir söyleşi yaptık. Konuşmaya doymayan yol erbabı bir şaman karşıladı bizleri. Ya da Twitter’da kendini takdimiyle “Selçuklu’nun huzurunu kaçıran şeyhlerden” de diyebiliriz.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Madem bizi “Day Tripper”la karşıladın söyleşiye de müzikten giriş yapalım istersen.

Ben köy kökenli olduğumdan doğal olarak müzikle kurduğum ilişki de köydeki dede müziğiyle şekillendi. Hâliyle aşık geleneğinden gelen bir kulağım var. Köylere birçok ünlü âşığın türkü sözlerinin yazılı olduğu destanlar gelirdi. Türküler o bahsettiğim destanlardan bakarak söylenirdi.

Ayrıca hatırladığım kadarıyla radyodaki yurttan sesler programları sayesinde Nurettin Çamlıdağ’dan tut Cemile Cevher Çiçek, Yıldız Tezcan, Ahmet Sezgin gibi isimlerle tanışmış oldum. ’65 - ’66 gibi köyden kente geçtim ve ortaokula başladım. Ortaokulda tabelacının yanında çalışmaya başlamamın üzerimde iki şey bakımından etkisi oldu. Bunlardan ilki resimdi, çünkü orada da tıpkı tabelacılıkta olduğu gibi yüzey boyama ve yazı yazma işiyle uğraşıyorsun. ’67 gibi Amerikan NATO üssü vardı Samsun’da, Amerikalılar atölyeye uğradığında portrelerini yapıyordum. Onların bu işlerini yaparken türkü çalıyorduk atölyede, onlardan biri de ben sana folk tarzı bir şeyler getireyim dedi. Yanlış hatırlamıyorsam bunlardan ilki Malvina Reynolds olmalı. Pete Seeger, Woody Guthrie gibi isimleriyse sonradan tanıdım. Ayıca o dönem karşıma çıkan gruplardan bir diğerinin de The Mamas & the Papas olması gerekiyor. Sonra ‘67’nin başlarında ilk çıkan Jefferson Airplane albümünü getirdiler, arkasından da birkaç Otis Redding ve Canned Heat hatırlıyorum. Hattâ Canned Heat plakları hâlen durur bende.

Image

Samsun’da o dönemde müzik piyasası ne durumdaydı?

’65 gibi Beatles dinlenmeye başlanmıştı İstanbul’dan gelen plaklarla birlikte ama benim müzikle kurduğum ilişki Amerikan askerleri üzerinden olduğundan dönemin popüler müziğiyle (Beatles, vs.) tanışmam daha geç oldu. Amerikalılar Beatles’ı pek sevmemişti belki de. O sebeple ben de daha ziyade blues-folk hattı ile bağ kurabildim. Mesela Phil Ochs, Buffalo Springfield, Joan Baez, Bob Dylan. Country Joe McDonald da bu dönemde dinlediğim isimlerden. Sonra hep psikedelik gruplar, özellikle Frisco grupları dediğimiz. O zamanlar müzik kafama tamamen hücum etti ve beni aldı tamamen.

Bahsettiğin yıllar aynı zamanda Anadolu Pop için de başlangıç sayılabilir.

Âşık geleneğine dönüş anlamında soruyorsan bu müzikleri yapanlardan çok İhsani, Mahzuni, Neşet Ertaş gibi isimlerin konumları üzerinden yol almamız gerekir  diye düşünüyorum . Burada kurduğum ilişki anlamında bana en yakın isim ise Cem Karaca. Çünkü kendisi de tavır olarak ve yakaladığı damar anlamında bir Mahzuni gibi davranabiliyor. Bu anlamda protest diye bilinse de esas olarak sahne tavırlarıyla psikedelik bir havası var. Kızılok ise daha çok enstrümanın gerektirdiği ölçüde eğiliyor ve bu yüzden debelli bir form içerisinde kalıyor diyebiliriz. Erkin Koray hakkında yargım ise biraz daha farklı. Bana daha pulp gelen bir yan var döneminin diğer isimlerine göre. Hani yanlış anlaşılmasın bu anlamda fanzini çok severim. Koray’ın müziğine baktığında 60’lar sörf soundunu da western havaları da görebilirsin. Sonra buralarda 70’lerde çok yaygın olan düğün orkestralarına has o basit melodik icrayı da çok iyi veriyor. Ama ben yaptığı işlerin köklerine inmeye yönelik bir iddiası olduğunu falan söyleyemem. Müzikte çok derinlemesine bir anlam getirdiğinden söz edemeyiz. Ayrıca şarkı sözlerinde yer yer saçma üzerinden gitmesi onun kült bir konuma gelmesinde etkili oldu sanırım.

Bir+Bir’deki söyleşinde Grateful Dead’i anlamak için İran ve Asya’ya bakmak gerektiğini söylüyorsun. Bunu biraz açabilir misin?

Atmosfer yaratan bir müzik yapmalarından kaynaklanan bir durum söz konusu çünkü konser grubu ve doğaçlama gidiyorlar. Jerry Garcia’nın caza döndüğü dönem bunun en bariz örneği. Gözlemlediğim kadarıyla Grateful Dead’in girmiş olduğu psikedelik dünya Anadolu’dan Uzak Asya’ya doğru uzanan coğrafyadaki ritüelin temsiline dönüşüyor.

Konserlerine dikkat edin yarattıkları atmosfer müziği reel dünyadan kopartıp bir nevi tekke müziğine dönüştürüyor, insanların dansı da semah ayinini andırıyor. Öyle kendilerinden geçiyorlar. Grateful Dead konserlerinde kişiler ritüelden kopmuyor, Garcia sanki bir dede. Özellikle doğaçlama çalınan bazı parçaları düşün form sürekli değişiyor ritim sürekli devinim hâlinde. Hâlet-i ruhiyen ona uyarsa hemhal olabiliyorsun. Dolayısıyla eğlencelik müzikler, geçmelik şarkılar değiller. “Bu parçadan sıkıldım”ı hissettirmiyorlar. Kısaca uyarıcı alman gerekmiyor reel dünyadan kopman için, Dead dinlemen yeter. Dolayısıyla halet-i ruhiyeyi yakalama açısından burayla fazlasıyla akraba işler yaptıkları söylenebilir. Âşık da sazıyla, tek enstrüman da olsa, semah, uzun hava, bozlak havası vasıtasıyla senin doğayla ilişki kurmanı sağlıyor. O anlamda aslında Garcia’nın yaptığı da bu, çünkü hiçbir zaman endüstriyel müziğe hizmet etmiyor. Piyasanın makinesi olmayı reddediyor ve doğanın içerisinden sesleniyor. Sözel anlamda doğaya vurgu yapıyor yani hayvanı, yıldızı sözlere sokuyor. Şarkı sözlerine bak kapitalist dünyayı temsil eden makine yoktur. Ayrıca Garcia bunları yaparken doğayı ima ediyor, direk lafını etmiyor ama senin o şekilde algılayabilmeni sağlıyor. Sonuçta seyyah müziğe dayanan bir gelenekten söz ediyoruz farklı coğrafyalarda da olsa. Hepsinde ortak olan bu hareket hâli tabiî ki şarkı sözleriyle beraber bir dünyayı da beraberinde taşıyor. Bu bakımdan yaratılan ayin atmosferi ve dünyayı ‘Batıni’ algılamada Jerry Garica ile Dylan arasında nasıl bir ilişki kurulabilirse, Guthrie de nasıl ki Hobo gelenekten yol almışsa Neşet Ertaş da bir tekkeden ocaktan yol almıştır.

Mesela bu bağlamda gene Jimmy’nin albümleri geliyor akla. Yapıdaki o kök blues’un ötesinde müziğin genel çerçevesi psikedelik bir atmosfer üzerinde şekilleniyor. Virtüözite olarak John Mayall ile bir paralellik kurulabilir belki ama bence Mayall çok iyi bir icradan fazlasını içermiyor.

Image

Resmin üzerine ayrıca konuşacağız ancak biraz önce Jerry Garcia örneğini vermişken soralım dedik.  Daha çok piyasadaki dolaşımdan kaçan işler yaptığın söylenebilir herhâlde.

Müzikle resimde endüstriyelleşme dediğimizde nasıl bir bağ kurulabilir? Piyasa oluşturmada imgeler skandallar oluşturmada evet bir benzerlik mutlaka var. Ancak müzikteki evreleri biraz daha farklı, şu an tüketilmesi için çok daha fazla şartlandırılan bir şeyden söz ediyoruz. Önce bir tavrı söz konusu olsa bile yaptığı müzik çok kısa bir sürede başka bir şeye dönüşen bir sürü isimden söz açabiliriz burada. Lou Reed mesela geldiği yere baktığımızda hissettiği anda bırakıp gitmeliydi bana kalırsa ancak maalesef devam ettiğin anda elinde olmadan başka bir şeye dönüşmen kaçınılmaz oluyor. Gene ben belli bir yere kadar hem tavır hem de müzik anlamında Beefheart, Zappa gibi isimleri de çok severim. Kendime de yakın bulurum. Bakıldığında Frisco gruplarına göre intibak etmesi daha zor müzikler yaptılar. Tabiî daha çok Zappa özelinde düşünebiliriz bu söylediğimi. Psikedelik gruplarla fena dalgasını geçer ve kendi dönemi içinde baktığımızda haklıdır da. Çünkü 70’ler başıyla birlikte bu gruplar kelimenin olumsuz anlamıyla hedonist bir yapıya büründüler. Bu müzik türü de tamamen pazarlamaya yönelik bir etiket hâline geldi. Ama şunu da söyleyebiliriz Zappa’nın müziği için yer yer Hendrix’i ya da Doors’u sesini duyabiliyorsun. Çünkü küfrettiğin ve alternatifi olmaya çalıştığın şeyden etkilenmen kadar doğal bir şey yok. Arkadaşına küfrederken bile kendinde kızdığın bir şeyler vardır illa ki. Toparlayacak olursak dağıtım anlamında müzikte underground kalmak daha zor bence resme göre. Çünkü hitap ettiğin kitle çok daha büyük ve eğlencelik bir yan da var. Bu anlamda seni edilgen kılabiliyor belli bir yerden sonra.

Senin Beat algında Brautigan daha ayrı bir yerde duruyor gibi. Kuşağın diğer isimleriyle aran nasıl metinleriyle Brautigan da olduğu gibi bağ kurabildin mi?

Brautigan’a şimdi daha yakın durduğumu söyleyebilirim. Mesela Burroughs bir dönem için daha yakın geliyordu. Tabiî o kendi içerisinde daha farklı bir açılım. Brautigan ve Burroughs iki farklı yol ama aynı yere varıyorlar (mı?) orası ayrı. Brautigan’daki yolculuk daha içerden gidiyor, mistik ve yalınlığın içerisindeki bir iç dinamizm. Bu anlamda Blake’e daha yakın diyebilirim. Aslında Kerouac’ta da Brautigan’da olduğu gibi bir ironik kayıtsızlık söz konusu ancak ondaki macera bana bugün de tekrar edilebilir yaşanılabilir gibi geliyor. En azından bende yarattığı izlenim bu yönde oldu. Şu da var tabiî Easy Rider başlı başına Yolda’nın sonucu olarak nitelendirilebilir. Döneminde fazlasıyla avantüre kaçan yarı psikedelik

yapıda film çekilmiş. Ancak final sahnesinde Vietnam’la birlikte sonu gelmiş Amerikan hayat tarzını eleştiren nihilizmiyle bile çok ayrıdır. Her neyse Kerouac’ın ülkemizde belli bir çevre için sözde popülerliğini de düşünecek olursak evet Brautigan’ın daha ayrı bir yerde durduğunu söyleyebilirim. Beat demişken Bukowski bu hissiyatla ve yaşamla nasıl ilişkilendiriliyor bir türlü anlam veremiyorum. Ben onun metinlerini daha çok Fırıncının Kızı Kitabı okuyan bedeni huzursuzluk duyduğu için yeni yeni mastürbasyon yapan bir ergenin kendinden geçerek okuyabileceği şeyler olarak görüyorum. Bir bağ kurulabilecekse bile ancak bu anlamda kurulabilir gibi geliyor. Burada bir alt-kültür temsili olarak görülüyor maalesef ancak yazdıklarıyla piyasaya done veren biri gibi geliyor. Tabiî bizdeki sikici erkek imgesi yüzünden de bu kadar tutulmuş olabilir. Temiz çocuğu kirlettiğin zaman fazlasıyla prim yapıyor.

Evet, ama Beat demişken genel olarak bizde daha çok çeviri üzerinden şekillenen bir kültür söz konusu. Belki bazı şeylerin tam olarak yerleşememesinde bu da etkili olmuş olabilir.

Bizim kuşak için daha çok sinema ve müzik üzerinden şekillenen bir algı söz konusuydu. Tabiî bunda yaptığım iş itibariyle daha çok görsel düşünmem de etkili olmuştur. Yani daha çok Beat’in sonucu ve yarattığı evren üzerinden bizdeki karşılığını buldu diyebilirim. Zabriskie Point bahsi mesela daha önceki söyleşimde de bu örneği vermiştim oradaki toprakta sevişme sahnesi başlı başına Beat’in özeti gibi gelir bana. Ayrıca Godard’ın pop art, çizgi roman, Brechtyen öğeler ve deneysel sinema üzerinden şekillenen algısı, Cassavetes’in kesit odaklı olarak kullandığı kadrajı ve bu anlamda sitüasyonist perspektife yatkın diyebileceğimiz yakalamaları. Ki bahsettiğim şey özellikle Shadows (1959) ve Faces (1968) filmlerinde çok bariz bir şekilde görülür. Ben bunların da Beat algının ve o dünya görüşünün çok uzağına düştüğünü sanmıyorum. Tabiî görsel algı açısından daha da öncesinde William Blake var benim için. İnzivaya çekildiği yerde bir şekilde kendini üretmeye adamışken koyu bir Hıristiyan egemen anlayış üzerinden gitmiyor. Baskı resimlerini yaparken ona Uzak Asya’dan gelen estamplar var mesela, bir tarafı Anadolu’ya da uğrayan, işlerinde daha çok onlar üzerinden şekillenen bir göz var. Yoksa kendisini bire bir İngiliz folkuyla özdeşleştiremeyiz. William Blake kendi halk kültürüyle birlikte sahip olduğu o genetiğin bir benzerini doğu halk yaşantılarında da gördüğü için bu kadar özgün bir aktarım yapabiliyor. Hem düzleme aktardığı görselleri hem de metinleriyle o evreni yakaladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama metin olarak evet,  daha çok 80 sonrası çeviri metinler üzerinden şekillenen bir kültür söz konusu. Bu da yaşantı anlamında ne kadar özgün bir şey yarattı tartışmalı.

Image

Biraz da aldığın eğitim ve hesaplaştığın dönemden konuşalım istersen aynı zamanda 78 kuşağındansın.

Evet, 70’lerin politik atmosferini hem kültürel anlamda hem de örgütlü devrimci olarak çok yoğun yaşadığımı söyleyebilirim. Üniversite için Kadırga Öğrenci Yurdu’nda kalmaya başlamamla birlikte siyasetin içerisinde yer almam da aynı sürece denk geliyor. Öğrenci kantininde 8’lik 16’lık filmler izlerdik daha çok Sinematek bağlantısıyla sağlanıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Liseden beri resim yapıyor olmam benim avantajım oldu. Şu anlamda, özellikle tabelacılığın bende bırakmış olduğu bir görsel algı vardı zaten. Tabiî akademide bu birikimi bir kenara bırakmak zorunda kaldım. Böylece birden model temsiline dayalı, Modernite içerisinde belli akademik metotları izleyen bir eğitimin içerisine düşmüş oldum. Ancak bendeki bu biraz önce bahsettiğim birikim bu eğitime dayalı yapılan işlere angaje olmamı engelledi diyebilirim. Akademide verilen eğitime dönecek olursak, bizim kuşak burada verilen eğitimi –daha çok dönemin ihtiyacına yönelik– propagandist temsillere yönelik işler için kullandı. Çin ve Sovyetler’de sosyalist gerçekçilik bağlamında üretilen işleri düşün tamamen onlardan etkilenip yaptığımız şeylerdi bunlar. O dönem için tabiî sosyalist gerçekçiliğin belli bir kesim için  –özellikle Brecht– çok basit algılandığını söyleyebilirim. Şimdi dönüp bakınca Brecht’in kaynak olarak imlediği şeyleri görebiliyorsun örneğin Uzakdoğu tiyatrosu anlamında. Ayrıca o dönem Jdanov’cu estetiğin çok fazla tartışıldığını bizim için çok önemli olduğunu da ekliyim. Tabiî bir de Caudwell’in Yanılsama ve Gerçekliği çevrilmişti o dönemde ve bunun bizim için çok farklı bir algı yarattığını da es geçmemek gerek.

Okulda eğitim alırken dikkatini çeken ressam hiç yok muydu?

Egon Schiele, Oskar Kokoschka, Gustav Klimt gibi isimler bir dönem fazlasıyla etkiledi. Onları sevmemin bir sebebi de resimlerinde beden üzerinden yarattıkları güçlü fizikti herhâlde. Tabiî bu isimlere yönelmemde benim de bedene özel ilgi duymamın etkisi olmuştur sanırım. Akımlar üzerinden konuşacak olursak Rönesans’ı ve Barok resmi ise hiç sevemedim çünkü fazlasıyla kartpostal geldi. Ama mesela 50’ler sonrası gördüğümüz pop art örnekler ise imgelemime fazlasıyla uygun düştü. Özellikle ilk dönem kavramsalcılardan Claes Oldenburg. 60’ların ortalarında yanılmıyorsan heykeli negatif yapacağını söyleyerek dikdörtgen bir çukur kazıyor ve bunun heykelin hacmi olduğunu söylüyor. Aslında bu bana şu anlamda yakın çünkü ben de çalışmaya başlamadan önce imgeyi negatif ve pozitif olarak canlandırıyorum kafamda. Figürün siyahı beyazı olarak düşün ya da içi alınmış oyulmuş şablon olarak düşün fark etmez. Bu kaçınılmaz olarak akla mezar örneğini getiriyor. Şöyle düşün, mezarın ya da lahitin içine beden konmadan önceki hâli negatif, beden yerleştirildikten sonraki hâli ise pozitif olarak karşımıza çıkar. Mezarın kapanmasıyla da negatif ve pozitif birleşiyor. Biçimi ancak bu şekilde bütünleştirebiliyorum. Gelenekle kurduğum bağ da bir anlamda buradan geliyor.

Resimde Cihat Burak’a yakın olduğunu biliyoruz zaten Erol Akyavaş ya da Yüksel Arslan gibi isimlere yaklaşımın nasıl resmin onlarla bağ kurabiliyor mu?

Hayır, özellikle Erol Akyavaş üzerinden şunu söyleyebilirim gelenekle bağ kurarken belli dönemlerden zaman parçacıklarını alıp kes-yapıştır yapıştır yapıyor dolayısıyla post modern mantık üzerinden gidiyor. Geleneğin yaşayan bir şey olduğunu düşünüyorum bu anlamda ilişki kuramıyorum maalesef. Örneğin hat sanatını ele alalım. Hat düzleminde yapılmış olan bir imge düşün. Bunu tuvalde kompozisyona aktardığın zaman yaşayan bir şey olmuyor ki. Benim meselem daha çok ister hat de ister başka bir geleneksel form şu âna kadar yaşasaydı nasıl bir şeye evrilirdi ben daha çok bunun peşindeyim. Bu anlamda Akyavaş’ın mantığı daha şematik geliyor. Bence mesele belli bir geleneğin gündeliğinde davranış kodlarında bir şekilde yer etmesi. Cihat Burak’ın farkı da buradan geliyor kendi gündelik basit yaşantısı içerisinde herhangi bir iddia peşinde koşmadan bunu yapabiliyor. Yani kedisi ve rakısıyla o sadeliği verebiliyor. Her şeyden önce ulaşılmaz değil. Tabiî ki Batı pentür geleneğiyle bir bağı var daha doğrusu o düzlemde hareket ediyor ancak resmindeki imge dizilimine baktığın zaman temsili tamamen bir reddediş söz konusu. Bu reddediş mimarî eğitimini doğrudan yansıtması ve Bizans ikonalarıyla kurduğu yalın ilişki bakımından kendini tamamen ele veriyor. Cihat Burak bu sebeplerle köşe taşı olarak duruyor benim için. Mesela Gezi’deki karnaval bu bakımdan Cihat Burak’ta vardır sadece.

Yüksel Arslan ise daha farklı. Fransa’ya gitmeden önce siyah kalemle kurduğu diyaloğu belli bir formu tuvale taşıması anlamında gelenekle bağ kuruyor. Ayrıca çizgi roman diline hâkim olması da biraz önce bahsettiğim diyalog anlamında imge yakalamasını kolaylaştırdı belki de. Çünkü her ikisi de iki boyutlu düzleme dayalı bir bakış açısı sunuyor. Ancak tüm bunların dışında Fransız sürrealistlerine daha yakın gibi gelir bana. Tabiî uzun yıllardır Fransa’da olmasının payı fazlasıyla büyük bana kalırsa. Bu anlamda Yüksel Arslan’ın algılayış biçimi daha çok Fransız bir imgelem üzerinden şekilleniyor.

Yücel’le (Göktürk) birlikte Yüksel Arslan’a gitmiştik daha doğrusu bir söyleşi maceramız olmuştu. Tabiî Kapital’i resimlediği için duvar imgesi üzerinden gidelim dedik. Ben de ilk sorumuz Pink Floyd The Wall olsun oradan girelim 68’e bağlarız diye düşündüm. Söze Pink Floyd’dan girince onlar kim diye sordu biz kaldık tabiî giremedik olaya. Klasik müzik klasik felsefeye dayalı  bir birikimi olduğunu biliyorduk ama en azından haberi vardır diye düşünmüştük. Ha bu anlamda içine kapanıklığı bir bakıma Fransızlığı kim aşmıştır diye soracaksın Noir Desir aşmıştır mesela dış dünyayla kurduğu ilişki bakımından. Tabiî adam kendisini felsefî metin yazarı olarak görüyor o da var ressam olarak nitelendirmiyor mesela.

Image

Batı resmini ya da akademiyi reddetmende belli bir temsile dayalı resmin kendini ister istemez gözün takibine açacağını söylüyorsun bu anlamda resimlerin izlenmek istemiyor mu?

Geleneksel Batı resminin vardığı yer fazlasıyla kartpostal. Bu anlamda pornografik buluyorum. Gözün hazzına yol açması bakımından bir pornografiyi kastediyorum. Gözün sevmesine olanak verecek bir seçkinin yapılması. Benim reddetmemin arkasında yatan bir sebep de buydu. Benim çalışmalarım ise levh-i mahfuza işaret ediyor. Bu anlamda sakınımlı ve tekinsiz yani kendini hemen açmıyor.

Roll varken bazen kapak resimlerini yapıyordun. Nick Cave söyleşisini resmetme de sana düşmüştü galiba.

Evet, söyleşilere ajansı aynı fotoğrafları veriyormuş. Kendisinin ayrıca fotoğraf verme gibi bir durumu söz konusu olmayacaktı Yücel de (Göktürk) madem fotoğraf istemiyorsunuz biz de ressamla geldik diye giriş yapmıştı söyleşiye. Tabiî çok şaşırdı ama hoşuna gitti. Çok mütevazı, kibar bir adam ama giyimiyle bana fazlasıyla Ali Nazik’i hatırlatmıştı. Felaket uzun bir ayakkabısı var topuğuna basıyor, kolu çok uzun, yakasına kadar açık kafamızdaki rocker imajına ters düşmüştü.

Olabildiğince piyasa dışı düşünüyorsun tamam da bir yandan da resimlerinin satılması gerekiyor en basit anlamda geçinebilmen için.

Resimlerim zaten satılmıyor ki. Bunda genel piyasa ya da koleksiyoner algısının dışında işler üretmem de etkili herhâlde genel olarak evdeki duvarı süsleyecek bir imge aranıyor ancak işlerimin buna müsait olmadığının farkındayım. Tabiî zamanla bu kırılabilir belki de biriciklik anlamında bir avantaja da dönüşebilir. Bu bir yandan da ne kadar dayanabileceğimle de alâkalı; resim üzerinden geçinmeyi konuşuyorsak eğer durum bu şekilde.

Image

ÖNCEKİ Birileri şakayı ciddîye alır SONRAKİ Partick De Bana
Bu yazıyı paylaş