Birileri şakayı ciddîye alır

Bu yazıyı paylaş
İçerik

Birileri şakayı ciddîye alır

Yazı: Berna Göl, İllüstrasyon: Naz Tansel
ÖNCEKİ Görmek, düşünmek, hissetmek: 1457 Ankara SONRAKİ Arslan Eroğlu’yla müzikten edebiyata

Başka türlü bir stand-up mümkün...
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Tatlı ve hareketli bir 60’lar parçası eşliğinde komedyen aydınlatılmış küçük bar sahnesine hızlı bir giriş yapar. Seyirci, müziğin verdiği enerjinin etkisiyle alkışları çılgınca patlatır. Komedyen bundan mutlu bir hâlde, en önden dört kişiyi kibarca sahneye davet eder. Her birinin eline minik renkli konfetiler verir, kendi üzerine doğru patlatmalarını ister. Devam eden tatlı parça eşliğinde konfetiler patlatılır, alkışlar artar ve parçayla beraber yavaşça sona erer. Ve bir sessizlik. Komedyen, gözüne giren ışığa rağmen seyircileri yavaş yavaş süzer. Artık birşeyler söylemesi gerekiyordur. Ama o bir süre durmayı tercih eder. Saçlarından sarkan rengârenk kıvırcık konfeti parçalarının arasından ortama bakarken gerginlik artar. Durum tam bir felakete dönüşmek üzeredir ki, komedyen hemen mikrofona yaklaşır. Ve sonunda konuşmaya başlar: “11 Eylül 2001 günü ben...”. Rahatlamak için saniyeler sayan kalabalık kocaman soru işaretleri içinde kendini alamadığı bir kahkahaya boğulur.;


İngiltere stand-up dünyasının sıradışı komedyenlerinden biri olarak bilinen Stewart Lee, 80’li yıllarda henüz yeni bitme bir delikanlıyken o zamanın en önemli gruplarından The Fall’u izlemeye gidiyor. Biz İstanbulluların pek de alışık olmadığı bir şekilde, konser başlamadan sahnede bir “stand-up”çı beliriyor. Grubu bekleyen sabırsız ve heyecanlı seyircilerin yarısı sahnedeki adamdan tiksiniyor, diğer yarısıysa gözlerini ve kulaklarını ondan alamıyor. Salon resmen ikiye bölünüyor. Çünkü sahnedeki adam, aynı şakayı sadece içindeki bir kelimeyi değiştirerek yirmi defa tekrar ediyor. Üstelik bunu ağır ve yavaş bir şekilde yapıyor, elindeki bira şişesinden hiç acele etmeden yudumlarını alıyor. Sahnedeki adam tüm varlığıyla seyircileri âdeta hiçe sayıyor. Tek başına, o kadar sabırsız The Fall hayranı önünde, sadece üç dört cümlenin tekrarından oluşan bir performansla birşeylere meydan okuyor. Peki tam olarak neye? Bu sorunun cevabından çok, sorunun kendisine tutulan genç Stewart Lee, muhtemelen dar ve yırtık pantolonu ve hâlâ bugün bile üzerinden rozetlerini eksik etmediği ceketinin içinde kendi kendine, “Bunu ben de yapabilirim demek ki” diyebiliyor ve önündeki onlarca yılı böylelikle buna adamaya karar veriyor.

Televizyon gibi bir iletişim aracı dışında pek de birşeylerle ilgilenmeyenler için belki de bu hikâyenin pek bir önemi yok. Ama İngiltere’de punk ve post-punk gibi sadece bir müzik akımı olmanın ötesine geçebildiği aşikâr “tavır”larla dönemdaş bir “alternatif komedi” ortamının oluşması aslında hiç de rastlantı değil. Bu yıllar Birleşik Krallık’ın Thatcher yılları, yani müziğin bugünkü hâlini almasından da bizzat sorumlu ana akımla yeraltı olanın sürekli bir çatışma içinde olduğu zamanlar. John Robb’un hiç bıkmadan anlattığı punk düşüncesinde olduğu gibi nasıl önemli olan iyi âlet çalmayı bilmek değil de, müzik yapıyor olmak ve kendi sözlerinizi oluşturarak kendinize alan yaratmaksa, stand-up da herkesi sadece güldürmekten ibaret değil bazıları için. Ellerinde her ne varsa onunla tüm varlığını çığıran müzik gruplarına aşina olanlar için, stand-up’ın bir şeyleri zorlayan, sinirleri bozan ve insanın her türlü düşüncesini altüst eden ve böylelikle de hayattaki garipliklerle ilişki kurabilen bir yanı olduğunu anlamak çok güzel.

“Alternatif komedi” oluşumunun İngiltere’de yeşermiş olması pek de bir rastlantı değil. Sonuçta, ABD’de çok daha oturmuş ve çok daha yaygın bir stand-up geleneği var. Kendi geleneğini televizyon şovlarıyla ve benzer büyük prodüksiyonlarla iyice sabitleyen Amerikan komedisi bünyesinde elbette direksiyonu başka yöne doğru kıranlar da vardı. İlk akla gelen isimler kuşkusuz Bill Hicks veya George Carlin. Bu işimler Amerikan hayat tarzının her detayına sataşabilen insanlardı. Amerika’nın tabu konularını seyircilerin huzurunda paramparça edebiliyorlardı. Bill Hicks’in popüler kültür, felsefe, din, tüketim gibi Amerika’yı Amerika yapan her şeyle boğuştuğunu vurgulayalım ve 90’ların unutulmaz grubu Tool’dan da konser öncesi gösteri yapması için davet aldığını da ekleyelim. Tool’a göre, Hicks’in “mesele”leriyle grubun müzikleriyle kendi anlatmak istedikleri örtüşüyordu ve daha fazla insanın Hicks’i bilmesi gerekiyordu. Bu yüzden ayrıca Hicks için albüm bile yapmışlar.

Bir insanın kendi bedenini hem set, hem senaryo, hem ses, hem de efekt olarak kullandığı, bir başka deyişle kalabalık önünde sadece bedeniyle tek başına varlık gösterdiği bir komedi şekli olarak stand-up, varoluşa dair her şeyi ifade etmek ve bunun içinde debelenmek için çok yerinde bir yöntem gibi gözüküyor. Hattâ, biraz ileri gidelim; stand-up komedinin görünmeyen motoru insan olmanın dayanılmaz ağırlığı olabilir. Bu komedi formatın savaş ve buhran dönemlerinde büyük sıçramalar göstermiş olması bu düşünceyi daha da olumluyor. Sonuçta İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında hem İngiltere hem Amerika’da savaşa gidenlerin komediye karşı ciddî bir beğeni geliştirdikleri biliniyor. Bugün hâlâ ismini hatırladığımız Peter Sellers veya hakkında daha çok şey bilinmesi gereken Lenny Bruce gibi birçok isim bu savaş sonrası ortamda kendini var eden komedyenlerden.

Bu çerçeveden bakınca Türkiye’de geçtiğimiz bir sene içinde katlanarak artan mizah becerisi, sevgisi, ilgisi ve ihtiyacı oldukça görünür. Anlaşılması güç devlet-hükümet-ekonomi dengesizlik geleneğinin binbir türlü arada kalmışlıkla soslandığı bu coğrafyada mizahın zayıf olması tabiî ki mümkün değildi. Ama soru şu: bu coğrafyada stand-up komedinin muhaliflik veya eleştirel potansiyeli yeteri kadar kullanılabiliyor mu? Yazılı mizah dergilerimizin tarihi, önemi ve muhteşemliği bir kenara, insanlar stand-up üzerine hiç düşünüyor mu? Galiba çoğunluk stand-up yapmanın sadece siyah tişört giymekle ilgili olduğunu, hayattaki mevcut düzene tam olarak dokunmayan esprilerin yapıldığı, kimsenin tam da eleştirilmediği ve her şakanın, “E... bizim memleketteyse tabiî...” noktasına dayandığı bir şey sanmak zorunda kaldı. Oysa ki her yaratıcı alan gibi stand-up da kendini başka türlü yaratabilir, bugün Kısmet Şovcuların veya Alpay Erdem gibi isimlerin yaptığı gibi. Kendinize mi, yoksa karşınızdakine mi güldüğünüzü bilemediğiniz, sonrasında yutkunarak iyi ki gelmişim dediğiniz, bir tatminle sonuna geldiğiniz iyi bir roman gibi gösteriler izlemek mümkün. Daha da güzeli, bu gösterilerde bulunduğunuzda, anlayacaksınız ki, aslında siz de bunu yapabilirsiniz. Nasıl punk konserlerinde seyircilerin çoğunun grubu varsa, kendini bir şey olmak için kutulamayan stand-up’ın da sizin üzerinizde ilham verici bir etkisi olması, ve hattâ bunun hayatınızın beklemediğiniz manevralarında size yastık olması epey mümkün.

Tekrar Stewart Lee’ye dönelim. Kendisi diyor ki, “Komedinin özünde sanatsal bir değeri olduğunu ve ticari bir araçtan fazlası olduğunu kanıtlamak istiyorum, komedi [benim için] bir tür risk alma ve fikir birliksizliği...”.

 

 

ÖNCEKİ Görmek, düşünmek, hissetmek: 1457 Ankara SONRAKİ Arslan Eroğlu’yla müzikten edebiyata
Bu yazıyı paylaş